Tiyatro - Surname 2010

Bu yılın son yazısınıda bir tiyatro oyunuyla yapalım. Oyunumuzun adı Surname 2010, biraz çocuklar için biraz çocuk kalmış büyükler için. O filmin adı nasıldı? “Ne olmuş büyük adam olamadıysak, hayallerimizi satmadık ya”. İşte o tür büyükler için. Şu zamanda büyük marifet çocuk kalabilmek ya. Bugüne kadar kukla gösterilerine veya bunun benzeri bir etkinliğe katılmış biri değilim, tek bildiğim kukla Pinokyo. Onuda bilmeyen yok zaten. Bu da iki oldu. Oyunumuzda ufak kuklalardan 5-6 kişinin oynattığı büyük büyük kuklalara kadar birçok kukla var. Oyununumuzun kahranamanı yıllarca önce eşini kaybetmiş, yalnız yaşamakta olan geçimini sahaf dükkanından sağlayan Sühendan Hanım. Tabiki o da kukla . Sühenda Hanım birgün hiç haberi olmadığı bir defter bulur, kitapların arasında, kıyıda köşede kalmış. Eşi ondan habersiz hayali bir şenlik düzenlemeyi planlamıştır ve bunu bu deftere ondan habersiz işlemiştir. İşte oyunumuzda bu hayali şenliğin Sühenda Hanım'ın gözünde gerçekleşmesi üzerine sahneleniyor. Oyunun teferruatına, kostümlerine baktığınız zaman gerçekten oyuncuları, sahne arkası ekibi tek tek tebrik etmek gerekir ki çok zahmetli, bir o kadarda eğlenceli sayılabilecek bir oyun çıkartmışlar. Genel olarak oyun hakkında iyidir kötüdür deme durumum yok, bugün bile karar vermiş değilim. Sadece şunu söyleyebilirim; benim için ilginç bir oyundu.

Unutmadan, 2011'de herşey gönlünüzce olsun... Mutlu yıllar...



Yazan : Yiğit Sertdemir – (Proje Tasarımı: Candan Seda Balaban - Yiğit Sertdemir)
Yöneten : Yiğit Sertdemir
Koreografi : Özgür Tanık (Hareket Düzeni)
Sahne Tasarımı : Candan Seda Balaban (Maske- Kukla tasarımı)
Işık Tasarımı : Mahmut Özdemir
Kostüm Tasarımı : Candan Seda Balaban
Yönetmen Yardımcısı : Eraslan Sağlam – Semah Tuğsel – Özgür Dağ

OYUNCULAR
AYŞEM YAĞMUR ULUSOY, CAN ALİBEYOĞLU, CEREN HACIMURATOĞLU, DERYA KEYKUBAT, DERYA YILDIRIM, ELYESA ÇAĞLAR EVKAYA, ENGİN AKPINAR, ERASLAN SAĞLAM, İREM ERKAYA, MANA ALKOY, MEHMET SONER DİNÇ, MERT AYKUL, ÖZGÜR ATKIN, ÖZGÜR KAYMAK TANIK, SEDA FETTAHOĞLU, SEMAH TUĞSEL, SEZA GÜNEŞ, ŞEYDA ARSLAN, UĞUR DİLBAZ, YIĞIT SERTDEMIR, ZEYNEP GÖKTAY DİLBAZ

3. Köprüye Hayır Mitingi Kadıköy

Öyle gazete köşelerinde salak-saçma yorumlar yapmak yerine 3. köprü güzergahının neresi olduğu, bu işten kimlerin çıkarının olacağı, köprünün geçeceği yerleri kim kapatmış, ne zaman kapatmış, böyle bir proje trafiği çözer mi, dünyada trafiği çözmek için yapılan projeler nelerdir gibi soruların cevaplarını öğrenmenizi öneririm.
Lafım ortaya...






Bir yol hikayesi: Şeb-i Arus

Haftasonları İstanbul'un keşmekeşliğinden, trafiğinden, monotonluğundan kurtulmak için maddi durumumuz elverdiği sürece farklı yerelere kaçmaya çalışıyoruz. Yine böyle bir düşüncenin belirdiği bayram öncesinde nereye gitsem planları yaparken öneriler sonucunda Abant-Yedigöller'e karar kıldım ve başladım tur firmalarını aramaya. Malum bu işi yapan firmalar belli bir yolcu sayısına ulaşmadan turu başlatmıyorlar. Bizde bayram öncesine denk gelince ister istemez planlarımız yattı. Dedik ki; “bayram sonrası gideriz”. Bizim dememizle olsa keşke. Bu seferde bayramdan döndü insanlar, parasız kaldı. Bizimde yine elimiz boş kaldı. Ama yılmak yok! Tam bu sıralarda Şeb-i Arus'a (Hz.Mevlâna'nın 737. Vuslat Yıl dönümü) denk geldim. Son 3-5 aydır burada da yazmış olduğum Mevlana-Şems-Mevlevilik gibi konular gözünüze çarpmıştır. Şuanda bile Şems'in sözlerine içeren çevresidekiler tarafından kaleme alınmış olan Makalat'ı okumaya devam ediyorum. Herneyse, biraz mesafe uzak olsada içimizdeki maceracı ruh ortaya çıktı ve dedi ki;”işte olum tam senlik, yürü be!” Bizde gaza geldik, başladık tur firmalarını aramaya ama bizdeki bahtsızlık bedevide yok. O kadar ki ismi lazım olmayan bir firmayı aradım;

- Şeb-i Aruz turunda yer var mı?
- Var. (Yemin et)
- Rezervasyon yapırabilir miyim?
- Hayır ama acentamızdan alabilirsiniz.

Olur, acentayı aradım. Dediler ki;
(Bu konuşmadan sonra arkadaşlara hava atıyorum)
- Bilgiyi nereden aldınız?
- Merkezinizden
- Yer ayırmadan önce merkezden bizde teyit alalım, siz telefonunuz bırakın sizi arayacağız.

Aradılarda, yer yokmuş. Merkezi geri aradım, az önce “var dediniz” dedim. “Bitmiş” dediler. Bunları yaşarken stajyerim kafa buluyor benimle, “abi gitme, başına birşey gelecek”. Asıl burada kalırsam başıma birşey gelecek. Tam çıldırmak üzereyken arkadaş imdadıma koştu. Sonunda yerimi ayırttım.
Cuma günü gecesi 23:00'de yola çıktık. Yanımdaki koltuk boş olunca yayıla yayıla Konya'ya uyuyarak gittim. Giderken heryer kar, bembeyaz Konya ise sadece soğuk. 9-10 saat civarında süren yolcluk sonunda sabah saatlerinde vardık. İlk durak Mevlana Müzesi, işte bunlarda fotoğrafları.

Nasıl? Bu müzede herşey Mevlana'ya ait değil tabi içeride Selçuklu'dan Osmanlı'dan kalma Kuran ve farklı el yazmalarının yanısıra önemli kişilerin kabirleride var. Buram buram tarih kokan ilahi bir ortam. Sadece burası için söylemek haksızlık olur. Konya'da bu tür tarihi mekanlar oldukça fazla. Bu arada aşağıda ki fotoğrafda bulunan çeşmeden bahsedeyim biraz, rehber arkadaşın bu çeşme için verdiği bilgiler bana hem ilginç hemde anlamlı gelmişti. Bakalım sizde de aynı tesiri gösterecek mi? Bu çeşmenin üzerinde gördüğünüz tas mı desem ne desem bilmiyorum o birinci yapı insanın hayata gelişini, ikinci sıradaki ikilinin eşim ve ben demek olduğu sonrasında aileye çocuğun katıldığını sonra tekrar eş ile beraber kalındığını ve sonunda gelindiği gibi gidildiğini ima ediyormuş.
Burayı gezdikten sonra bize gösterilen diğer yerler arasında İnce Minâreli Medrese, Karatay Medresesi, Alaaddin Keykubat Camii ve benim için diğerlerinden daha önemli olan Şemsi Tebrizî Mescidi ve Türbesi var. Nedendir bilmem ama Mevlana mı Şems mi diye sorsalar Şems derim. O kadar ilginç geliyor yani. Ve cumartesinin finali, yani amacımız olan Sema törenleri. İnsan bu kadar yorgun olunca ister istemez bazen kendinden geçebiliyor. Neden böyle söylediğimi az sonra anlatacağım.
Bu tören için rehberimiz saat 14:00'de başlıyor, başladıktan bir dakika sonra dahi gitseniz içeri almıyorlar gibi bir masal anlattı, hani çocuklara yaramazlık yapmasınlar diye anlattıkları öcü masalları vardır ya işte onlardan. Yok öyle birşey... Tur otobüsüyle Mevlana Kültür Merkezi'ne ulaştık, biletlerimiz dağıtıldı ve binaya giriş yaptık. İçeride sergilenen bir takım eserlere, ürünlere göz gezdirdikten sonra sema törenin yapılacağı salona girdik. Gerçekten büyük bir salon. Salonun ortasında sema törenin yapılacağı alan, çevresi izleyiciler için koltuklar ile çevrilmiş. Gayet güzel. Tören Ahmet Özhan'ın seslendirdiği tasavvuf eserlerinden sonra Semazenlerle devam etti ama oraya geçmeden beni rahatsız eden bir konudan bahsetmek istiyorum. Törenin başlamasına yakın salonda görevli arkadaşlar gelip neredeyse teke tek insanlara flaşlı ve ses çıkaran cihazlar kullanılmaması yönünde ikazda bulundu. Bununla kalınmadı toreni sunan hanımefendi ve beyefendi bu ikazı mikrofondan yaptı. Söylenen şu; sema gösteri başladığından 5 dk. sonra flaşlı fotoğraf çekilmemesi, ses çıkaran cihazlar kullanılmaması ve alkışlanmaması rica olunur, ricanın ötesinde yapmayın. Kesin bir cümle değil mi? Tahmin edeceğiniz üzere bazı görgüsüzler, saygısızlar bu lafları görmemezlikten geldi. Dışından baksanız modern sanırsınız ama altın semer olayı işte. Sizin gibilere Nasrettin Hoca ters binsin hemi!
Ne demiştik, evet Ahmet Özhan'ın verdiği ufak bir konser, Tuğrul İnançer'ın Mevlana hakkında konuşması ve sonrasında sema törenine geçiş. Gerçekten insanı mest eden bir müzik, bir zikir. Böyle bir ortamın vermiş olduğu huzurun yanına birde günün yorgunluğu eklenince müziği gözleri kapalı dinlediğim sıralarda kafamın yana düşmesi kaçınılmaz oluyordu. Arka sıramda oturanlar için komik bir görüntü olsa gerek. Benim önümde birisi bu durumda olsa gülerim, yalan yok. Bu kadar yolculuğa, yorgunluğa böyle bir tören için değdi mi diye sorarsanız eğer “kesinlikle” derim. Sonuçta bir daha ne zaman gelirim bilmiyorum ama her insan bir kere yaşaması gereken bir olay olduğunu iyi biliyorum.
Salondan çıktık, kar başlamış. Otelden önce ufak bir alışveriş. Oteldeyiz, teve izlemek istiyorum ama yorgunluktan bitkin haldeyim. Kapattım teveyi sonunu hatırlamıyorum. Gün bitti, bende.

Pazar; sabah kahvaltısı ve yolculuk tekrar başlıyor. Bu sefer ki gezintimiz dünden daha kısa. Ateşbaz türbesi, Tavus Baba Türbesi ve Aya Eleni Kilisesi, tabi bu arada birde Konya'nın meşhur yemeklerinden tadmak için öğlen yemeği. Türbeler hakkında bilgi verelim biraz; rehber Tavus Baba için herhangi bir kaynakta bilgi yok dedi ama bilemiyorum. Ateşbaz için ise Mevlana'nın derganın aşçısı ve ateşe hükmeden bir zat olarak biliyorum kendisini. Türbesi Meram'da veya Meram bağları diye tabir edilen bölgede. Rehber Meram bağlarından bahsederken burasının ismi zamanında her evin bahçesinde olan bağlardan geldiğini söyledi. Bugün ise kodamanların oturduğu zengin mekanı. Heryer villa, villavari evlerle dolu. Bağ mağda yalan olmuş. Gelelim yemek olayına, etli ekmek yiyecem diyip durdum ama onun yerine yine ünlü bir yemeği olan iki bıçak arasını yedim. İnsanın şişiren cinsten bir yiyecek değil, tadı fena sayılmaz. “ulan gittiğinde yemeden gelme” tarzında abartılacak bir yiyecek olduğunuda söyleyemem.
Bana sorsalar “bu seyahatta gidilmesi gereken en güzel yer neresi?” diye “Sille” derim. Ufak biryer, şirin, iki dağ arasında, eski evleri var, kayların içleri oyularak yerşelim yerleri yapılmış, hatta “tek Türkiye” diye bir dizinin çekimleri burada yapılıyormuş. Birde Aya Eleni Kilisesi var, biz gittiğimizde restorasyondan dolayı sadece dışarıdan görme şansımız oldu. Dağların üstü karlarla doluydu. Güzel görünüyordu; tarih, doğa. Ve dönüş yolu, ama buraya kadar gelipde Nasreddin Hoca'ya uğramadan gidilmez dimi? Görevli arkadaşı evinden rica ederek çağırttırıp kapıları açtırdık, duamızı okuduk, fotoğrafımızı çektik ve yolumuza devam ettik. Keşke daha çok vaktimiz olsaydı da diğer yerleride görebilseydik. Artık başka kışa...

Heryer kardan dolayı kapalı. Gece 3, evdeyim. Sabah iş var...

Başbakan Hamamda - Ümit Yaşar Oğuzcan

Günlerden bir gün
Hamama gideceği tuttu,
Başbakan hazretlerinin.
***

Bir yanında birinci veziri
Bir yanında ikinci veziri
Bir yanında üçüncü veziri.
***
Sonra efendime söyleyeyim
Peşkircibaşı,
Nalıncıbaşı
Sabuncubaşı.
***

Velhasıl tam dört yüz kişilik kafile
Peştamal takıp girdiler hamama
Geçtiler kurnaların başına
Üçer beşer.
***

Başbakan deseniz
Kuruldu göbek taşına
Yan gelip yattı.
***

Memleketin en ünlü tellakları
Sardılar dört yanını
Kimi elini kaptı, kimi bacağını
Bir keseleme sürtme faslı başladı.
***

Tam on iki saat
On iki ünlü tellak
İncitmeden keselediler
Hazretin mübarek vücudunu.
***

Öylesine kir çıktı ki sormayın
Her biri nah parmağım gibi.
***

Aman efendim bu ne kiri
Demeye kalmadı
Keselerin altında eriyip gitti
Koskoca başbakan!
***

Bütün maiyet erkânı yerinden fırladı:
- Nettünuz devletliyü?
dediler tellaklara.
***

Tellaklar cevap verdi:
- Biz yıkadık, keseledik.
Devletlinin kirden ibaret olduğunu bilemedik.

***
Suç bizde değil.
Neyleyelim,
Kir bitti,
Başbakan elden gitti!!!

Irkçılığa ve ırkçılara karşı seyircisiz maç Diyarbakır'a

Av Mevsimi [2010]

Cem Yılmaz’ın komedi filmlerini pek sevmem, sinemada da izlemem. Sahnede yaptığı doğaçlama, insanları kırıp-geçiren performansını malesef ki sinema perdesine taşıyamıyor. Ama bu başarısızlık gerçekçi karakterleri oynamaya başladığı zaman farklı bir perfromasla az önce yazmış olduğum durumun dışına çıkıyor ve ortaya “Herşey çok güzel olacak”, “Hokkabaz”, “Av Mevsimi” gibi filmler çıkıyor. Bizde kendisini ayakta alkışlıyoruz. Bu filmde canlandırmış olduğu cinayet masası poliserinden Deli İdris karakteri ise kendisine cuk diye oturmuş. İdris; hayatı dalgaya alan, güleryüzlü biri gibi gözüksede çabuk parlayan, düşünmeden hareket eden, serseri mayın biri. Kendisi Karadenizli, eşinden ayrılmış –ama hâlâ aşık-, iki çocuğuyla beraber annesiyle beraber yaşıyor. Karadenizli diyince filmde sizin bildiğiniz gibi yöre şivesiyle filan konuşmuyor, annesi ile lazca konuşuyor.




Filmin diğer karakteri ise Şener Şen’in oynadığı Avcı Ferman. Emekliliği gelmiş bir cinayet masası komiseri olan karakterimiz yılların vermiş olduğu tecrübenin yanısıra azim, zeka gibi özellikleriyle öne çıkıyor. Şener Şen’in “Eşkiya”, “Kabadayı” gibi filmlerinde canlandırdığı ağır abi rolleri ile bu filmdeki rolünü kıyaslayan izleyiciler için silik bir görüntü çizebilir ama tam aksine Şener Şen bu tarzda bir karakteri hakkıyla oynamış ki o yaşta bir karakterinde eski İstanbul kabadayıları gibi takılması pek mantıklı olmazdı.

Son olarak İstanbul’da yaşayan Adanalı, zengin, yukarılardan birçok tanıdığı bulunan Battal Çolakzade. Bütün işlerinin yönetimini çocuklarına bırakıp kenara çekilmiş Türkiye’nin ünlü iş adamlarından. Sert bir mizaca sahip olan Battal Bey, kendine ilke olarak “ya sen indirirsin ya da biri seni indirir” düşüncesini belirlemiş. Bu da başarıya giden yolda herşeyi mübah gördüğü anlamına geliyor ki filmde bu şekilde ilerliyor. Böyle bir düşünceye sahip olmasını ise şöyle anlatıyor; “babam avlanmayı severdi. Birgün avlanmaya gittik, vurduğumuz bir geyik gözlerimin içine öyle bir baktı ki dayanamadım, ağladım. Bunu gören babam bana son kez bir tokat attı. Ve dedi ki;” ya ağlama ya da buraya gelme” –veya buna yakın- Bu düşünceyle yetiştirilen bir kişininde ilerki yaşlarda bu duruma gelmesi gayet normal. Böyle bir karakteri başarıyla canlandıran Çetin Tekindor’a da bizden alkış...

Filmin
(+)
* Oyuncu performansları üst seviye; Şener Şen, Çetin Tekindor ve Cem Yılmaz'ı performanslarından dolayı tebrik etmek gerek.
* Cem Yılmaz Karadeniz Türküsü Hayde'yi öyle güzel söylüyor ki insan istemeden eşlik ediyor. Yukarıda var dinleyin muhakkak. Aşağıya sözlerini ekledim birlikte söylersiniz artık. :)
* Cem Yılmaz'ın (İdris) annesi ile yaptığı lazca konuşmalar... Biraz duygusal yaklaşıyor olabilirim bu konuda. :)
* Hayde türküsünü söylerken ellerdeki rakı kadehleri... Filmi yasaklamasınlar özendirir filan diye.
* Böyle bir filmde bile Cem Yılmaz sayesinde gülebiliyorsunuz.

(-)
* Katili anlamanız pek zor olmuyor. Bu konuda biraz yavan kalmış filmimiz.

Deepnotefinaliavi: Sonuç olarak size hoş zamanlar geçirtecek kaliteli bir yapım.

İyi seyirler...

Hayde

Hayde gidelum hayde
Dağa k’arayemişa
Elun nişanlısına
Ben nasıl deyim hayde

Çiktum çamı budadum
Endurdum yarısına
Böyle sevda mi olur
Girsun yerun dibina

Kızılağaç fidani
Tepeden budanur mi
İnsan sevduği yardan
Bu k’adar utanur mi
Endum dere duzina
Aşlamayi aşladum
Sevdaluk eyi şeydur
Ben da yeni başladum

Sevdaluk eyi şeydur
Ben da yeni başladum
Sevdaluk eyi şeydur
Ben da yeni başladum
Elun nişanlısına,
Ben nasıl deyim hayde?

Tiyatro - Ne Dersin Azizim?

İlk defa devlet tiyatrosunda sahnelenen bir oyuna gittim. Bundan önce gitmek istemiştim ama anadolu yakasında yeterli salon olmaması ve çok yoğun talep olmasından dolayı rezervasyon yapılması gerekiyor. Benim gibi plan yapmayan sabah kalkıp paldır-küldür “hadi bugün tiyatroya gidiyim” diyen biri için devlet tiyatrosu uygun olmuyor tabiki. Bu oyuna gitmemde ki etken ise arkadaşımın beni düşünüp iki hafta önceden yer ayırtması. Birisi sizi düşünmüş, bu durumda olmaz deme şansınız var mı? Var, ama nezaketsizlik olur, ayıp kaçar. İnceliği, kibarlığı bir kenara bırakalım; tiyatro yahu, işim olsa iptal eder o oyuna yinede giderim!
Gittiyseniz eğer şehir tiyatrolarını bilirsiniz sahneler izleyici koltuklarına göre yüksektir, devlet tiyatrolarında ise aynı seviyede -diğer sahnelerinde bu şekilde olduğunu arkadaş söyledi-, ben oyuna Cevahir sahnesinde gittim. Şaşırdım, oyuncularla bu kadar yakın, göz göze olmak; hoş, ilginç. Kendinizi oyunun içerisine her an girebileceksiniz gibi hissediyorsunuz.
Şehir tiyatrolarında Nazım Hikmet'in İnek oyununu izlemiştim. O oyunda yine eleştirisel gözle bir yaklaşım vardı ama ağır bir oyun olmasından dolayı sıkılıyordunuz. Bu oyunda ise gülmekten yerlere yatıyorsunuz. Yine toplumsal eleştiri, ihtilaller ile dalga geçmeler, taşlamalar skeçler halinde Nazım üstadın diliyle, oyuncuların mükemmel performanslarıyla sahneleniyor. Hele ki bir bölümde oyuncular ile beraber seyircilerde gülmekten koptular, o kadar ki Atsız Karaduman'ın dönüp seyirciye “bari siz yapmayın, bakın benim için farketmez. Sabaha kadar oynarım” demesi olayı izah eder sanırım. Aziz Nesin'in yazdığı Yücel Erten'in uyarlayıp yönettiği oyunda teve ekranlarında tanıdığımız birçok kaliteli oyuncu bulunmakta. Şöyle bir baktığımızda Aziz Nesin'in bir oyunu olması, oyuncuların üstün performansları ve sahnelenmesi açısından kaçırılmaması gereken bir oyun. Tabiki böyle bir oyun için tek bir oyuncuyu öne çıkarmak haksızlık olur ama Burak Şentürk'ün canlandırdığı birkaç karakter var ki gözlerimden yaş getirdi.

Mükemmel bir oyun, kaçırmamanızı tavsiye ederim.

Tiyatrolu günler...

Yazan: Aziz Nesin
Uyarlayan: Yücel Erten
Yöneten: Yücel Erten
Dekor Tasarım: Nurettin Özkönü
Giysi Tasarım: Mihriban Oran
Işık Tasarım: Yakup Çartık
Müzik: Sabri Tuluğ Tırpan
Dans Düzeni: Salima Sökmen
Dramaturg: Selen Korad Birkiye
Yönetmen Yardımcıları: Sündüz Haşar, Burak Şentürk

Asistan: Melisa Melis Toklu

Sahne Amiri: Özgür Ayaz
Kondüvit: Barbaros Doriz
Işık Kumanda: Önder Ay
Suflöz: Şeyda Pektok


Rol Dağılımı:

Hülya Çelik, Mahmut Gökgöz, Ali İpin, Atsız Karaduman, Burak Şentürk, Ozan Uçar, Aylin Uzunlar, Hakan Vanlı
Piyano: Ayça Daştan, Alper Rumelioğlu

Dance #1

Tıngırtı duydumu .ötü başı ayrı oynayan tipler vardır ya onlardanım. -Sanki böyle birşeyler daha önceden de yazmıştım :) - Özellikle roman havası duydum mu görmeyin beni! E, yıllardır şopar dostların olur, onların içinde yaşarsan ister istemez kıvırmaya başlarsın. İyi mi dans ediyorum? Sanmam, ama kendi çapımda anlamlı, anlamsız hareketler yapmaya devam ediyorum. Dansta öyle değil midir? İçinden geldiğince çırpın dur. Dememek lazım, hele ki hemen altta eklemiş olduğum görüntüleri izleyince bu işin o kadar kolay olmadığı anlaşılıyor. Buyurun, izleyin...



İzlediniz mi? İyi, film “Step Up 3-D” isimli filmden kırptığım bir bölüm. Filmin finalini pek beğenmesemde birkaç yerinde ileri-geri yapıp defalarca izlettirecek dans gösterileri mevcut. Vaktim olursa eğer birkaç filmden daha bu tür kaliteli dans kareografisi olan görüntüleri eklemeyi düşünüyorum. Artık karşılıklı tepiniriz!

Hes son sürat: Çoruh Aksu Vadisi ve borusan

Bir Coruh Aksuludan…

“Arkadaşlar bunlar bize çok çektirdiler…
Aksu’yu delik deşik etmeleri yetmedi… Kevgiri bilir misiniz? Kevgire çevirdiler…
Yolu genişletiyoruz diye mezarlıkları altüst ettiler,
Kemikleri toplayıp dolgu malzemesi olarak kullandılar…

Köylünün bağı, bahçesi, mahsulu balçıkla sıvandı.
Suyla taşınan tünel inşaatı atıkları tarım yapılan tarla zeminlerinde kalın beton tabakaları oluşturdu.
Mahsul daha ışığı göremeden kurudu…

Tünellerden çıkan kimyasal atıkları borularla Aksu çayına akıttılar, Aksunun tam kalbine…
Uyardık, tepki gösterdik. Balıklar zehirlenecek dedik, zehirlenip öldüler…
Taş kırma makinesinin olduğu dönemde gökyüzü tozdan görünmüyordu,
Nisanda çamur yağdı tepemize…
Tünelden çıkardıkları hafriyatı vadi tabanına boşalttıkları gibi
asırlık ceviz ağaçları kepçelerle köklediler…
İnsaat artık bitmek üzere ama BORUSAN kabusu bir türlü bitmek bilmiyor…
Şimdi de yüksek gerilim ile cebeleşiyoruz. Başımıza gerilim ağını örmeye başladılar bile…
Biliyor musunuz Aksu’da çocuklar dinamit sesleri altında, kafalarında kaskla okula gidiyorlar…”


http://www.aksuvadisi.org
http://ekolojiagi.wordpress.com/2010/11/26/borusan-ile-yandas-medyasinin-25-kasim-hes-eylemine-yonelik-dezenformasyon-haberleri-hk/

Kavim - Ahmet Ümit

Ahmet Ümit'in ilk okuduğum kitabı Bab-ı Esrar' dı, ki çok beğendiğim bir kitap olduğunu tekrar belirtmek isterim. Tabiki bu beğeninin altında işlenen konunun mistik bir yanın olması ve Mevlana'nın dostu olan Şems'in de bulunması etkili olmuştu. Yazarımızın Kavim isimli romanında ise işlemiş olduğu polis-katil kovalamacası değil ama katilin geçmişi, işlediği cinayetin nedenleri ve öldürülen karakterlerin ortak yanları, geçmişleri ilginç. -Bir zamanların Türkiye'sini hatırlatan noktalar- Bu belirttiğim nedenlerden dolayıda ister istemez kitaba bağlanıyorsunuz. Aklınızda da bu bölümlerin kalacağını söyleyebilirim, en azından benim aklımda bunlar kaldı. Ayrıca yazar kitabı hazırlarken farklı dinler ve mezhepler hakkında gerek kitaplardan, gerekse işinde uzmanlaşmış kişilerden bilgiler almış olması romanın başka bir artı tarafı. Kitapta yaşanan olaylar İstanbul'da geçiyor olsada Mardin, Urfa, İstanbul arasında bugünden geçmişe gidiş gelişler olduğunuda eklemeden geçmeyelim. Kitabı yeterince övdük, şimdi de bir iki kelam ile kitabın konusundan, karakterlerinden bahsedelim.

Polis, Yusuf Akdağ'ın evine geldiğinde tütsü ile esrar kokusunun karışmış olduğu bir ortam vardı. Yusuf kanepenin üzerinde kalbine saplanmış haç saplı bir kesici alet ile ölü olarak bulur. Polisi arayan binanın kapıcısının eşidir. Hemen cesedin yanında üzerinde Kitabı Mukaddes yazan bir kitap bulur. Kitabın açık olan sayfasında “Uyan ey kılıç! Çobanıma, yakınıma karşı harekete geç” satır kurbanın kanıyla çizilmiş ve yukarıdan aşağıda doğru “Mor Gabriel” isimli bir yazı damgalanmıştı. Cinayet masasından amir Nevzat ve yardımcıları Ali ile Zeynep olayın ilk bakıldığında bir din cinayeti olduğunu düşünselerde olay tahminlerin ötesinde sırlar ve nedenlerle doludur.


Karakterler:

Amir Nevzat; ailesini otomobiline konulan bomba ile kaybetmiş emniyet teşkilatının sözünü esirgemeyen, kim olursa olsun sonunda kadar giden yaşlı kurtlarından biridir.
Ali ile Zeynep; Nevzat amirin yardımcıları, birbirlerinden hoşlansalarda bir türlü birbirlerine bu hislerini açıklayamamaktadılar.
Can Nusayr Türkgil; Yusuf'un arkadaşı, Agnostik inancına sahip, Antakyalı bir Arap. Mimar Sinan Üniversitesinde yardımcı doçent'tir ve sanat tarihi üzerine ders vermektedir.
Kınalı Meryem; İstanbul'un eski kabadayılarından Yanık Fehmi'nin kızı, Yusuf'un sevgilisi. Ortaköy'de Nazareth isimli barın sahibi.
Rum kızı Evgenia; Nevzat'ın uzatmalı güzeller güzeli sevgilisi. Kurtuluşta babadan kalma Tatavla isimli bir meyhane işletmekte. -cidden öyle bir meyhane var mıdır?-
Bingöllü Kadir; eski bir pkk itirafçısı, sağa sola salça olan haraç kesen bir pislik.

vs. diyerek diğer karakterleri size bırakıyorum.

Yazının başında kitabın artı yönlerinden bahsettim; sıkmayan, düşündüren, birazda heyecan içerisinde bırakan, okunası bir kitap.

Tarihinotte: Mor Gabriel Manastırı Mardin Midyat'ta bulunmaktadır.

http://morgabriel.org/

Kitaplı günler...

Fotoğraflaşanlar #8

çifttıklabüyükçeaçılsınnoktakom

Tiyatro - Düşüş

Düşüş, Kemal Bekir tarafından Nahid Sırrı Örik’in “Sultan Hamid Düşerken” isimli romanından tiyatroya uyarlamış olan oyun. Yönetmen koltuğunda ise Engin Gürmen oturuyor. Toron Karacaoğlu, Yavuz Şeker gibi usta oyuncularında sahne aldığı oyunumuzun oyuncu kadrosu gayet geniş. Oyuncu performansları bu kadar üst düzey olan oyunda herhangi bir oyuncuyu önplana çıkartmak istemesemde nazır kızı Nimet rolünü oynayan Defne Gürmen Üstün'ün performansı sanki bir adım daha öne çıkıyor. Oyunda Padişah II. Abdülhamit'i çok haşmetli, üstün gösterilirken bugün ise hâlâ tartışılıyor olması bir tezat. Padişah II. Abdülhamit'in portresinin oyunun tümünde sahnede olması sanki hepinizin üstündeyim, güçlüyüm, herşeyden haberim var mesajını veriyor.
Kısaca konu:
İttihat-Terakki Partisi halktanda aldığı destekle hükümet üzerinde gücünü hissetirmektedir. Bu güçle II. Abdülhamit'e II. Meşrutiyet'i ilan ettirir. Bu değişim eski devlet adamların üzerinde baskıya neden olur. Nazırların yalıları, köşkleri saldırya uğrar, yağmalanır. Eski nazırlardan Mehmet Sehabettin Paşa hakkında gazetelerde çıkan geçmişte rüşvet aldı haberi üzerine telaşa kapılan Paşa hazretleri akıbetinin diğerlerinin gibi olacağından korkar. Paşa bu haberi kızına anlattığında ise Nimet babasından bu iddaları red ettiğine dair bir mektup yazmasını isteyerek, gerekli mercilere teslim edeceğini söyler. Nimet bu mektubu gazetenin yayın yöneticisini götürmek yerine İttihat-Terakki'in kurucularından olan Binbaşı Şefik'e gider. Binbaşı Şefik'in Nimet ile yaptığı görüşmede ilk başlarda ki taviz vermeyen tavrı Nimet'in peçesini açmasıyla tamamıyla değişir. -Erkek milleti değil mi hemen gevşer-
Nimet'e aşık olan Şefik Bey bu hislerini açıklamak, izdivaç isteğini dile getirmek için belli bir süre sonra Sehabettin Paşa ile görüşmek isteyerek köşke gider ama kendisini karşılayan Paşa değil Nimet Hanım'dır. Nimet Hanım Şefik Bey'in hislerinden haberdardır, isteğine karşı bir koşul koyar, babası tekrar hükümette yer alacaktır. Belli bir zaman sonra bu isteği yerine gelir ve Şefik Bey ile dünya evine girer. Bundan sonra yaşananlar ise Nimet'in tekrar eski günlerdeki gibi güçlü konuma geçmek için Şefik Bey'i kullanması üzerine yoğunlaşıyor.

Oyunu izlerken aklıma “ey yarabi kadınları yarattın, yarattın. O zaman ben niye yarattın” diye dert yanan şeytanın fıkrası gelmişti. Kadın milleti değil erkeğe, şeytana bile pabuçunu ters giydirir. Alın size Nimet karakteri.
Oyunun konusunda çelişkiler olsada -veya bizim cahilliğimizden kaynaklansada- konu açısından başarılı, kendini izlettiren, memnun bırakan, mükemmel oyuncu performansları ile de izlenmesi gereken çok kaliteli bir oyun.

İyi seyirler...

Yazan : Kemal Bekir
Yöneten : Engün Gürmen
Dramaturgi : Özge Ökten
Sahne Tasarımı : Ayhan Doğan
Işık Tasarımı : F.Kemal Yiğitcan
Kostüm Tasarımı : Niigün Gürkan
Efekt : Mustafa Emin Duman
Yönetmen Yardımcısı : M.Derya Kılıç-Caner Çandarlı-Samet Hafızoğlu
Süre : 2 SAAT 10 DK. 2 PERDE

OYUNCULAR
ALİ KARAGÖZ, CANER CANDARLI, ÇAĞIM DEFNE GÜRMEN ÜSTÜN, ENGİN GÜREMEN, ERKAN SEVER, GÖKHAN EĞILMEZBAŞ, HAŞMET ZEYBEK, H.SAMET HAFIZOĞLU, MELIKE ALTINBARAN, MURAT DERYA KILIÇ, OYA PALAY, ÖZGÜR DAĞ, RAHMI ELHAN, TORON KARACAOĞLU, YAVUZ ŞEKER

New York’ta Beş Minare [2010]

Aslında bu tür filmlere blogda yer vermiyorum ama Haluk Bilginer'in o mükemmel oyunculuğu hatırına birkaç satır karalamak gerekir diye düşünüyorum, ki bunu hak ediyor. Senaristliğini ve yönetmenliğini Mahsun Kırmızıgül'ün yapmış olduğu Newyork'ta beş minare isimli filmin oyuncu kadrosunda Mahsun Kırmızıgül, Haluk Bilginer, Mustafa Sandal, Robert Patrick, Danny Glover ve Gina Gershon'un yanısıra teve ekranlarından tanıdığımız birçok oyuncuda bulunmakta. Türkiye standartlarına göre yüksek bir bütçeyle çevrilmiş olması ve uluslararası bir film olması nedeniyle insanların ister istemez ilgisini çeken bir yapım. Filme fragmanlarında ki aksiyon sahneleri ve Haluk Bilginer'in oyunculuğunu görmek için gittiğimi de bu arada itiraf edeyim. Konuyu az-buçuk sinemayı takip edenler biliyorlardır ama yinede anlatayım.
Dini terör örgütünün elemanları polis tarafından ele geçirilir, yapılan sorgulamalarda Deccal takma isimli Hacı Gümüş ismine ulaşan polis, Interpol'un kırmızı bülteniyle bu terör örgütü liderini aramaya koyulur. Belli bir süre sonra Hacı Gümüş'ün abd'de olduğu tespit edilir ve fbi Hacı Gümüş'ün evine yaptığı bir baskınla aranan adamı canlı olarak ele geçirir. Bu yaşanan gelişmeler üzerine Hacı Gümüş'ü almak için Fırat ve Acar isimli iki polis abd'ye yola çıkar.
Konu İstanbul, Newyork, Bitlis üçgeninde yaşanan bu olaylar üzerine kurgulanmış. Filmin artı ve eksilerine biraz göz gezdirelim. Aslına bakarsanız eğer filmi neresinde hata yapmışlar, bulupta eleştireyim gibi bir düşünce ile filmi izlemedim ama ister istemez bazı sahneleri insanı rahatsız ediyor. Filmin birkaç yerinde kopukluklar mevcut, bunun yanısıra mesaj verme kaygısıyla öyle gereksiz, saçma konuşmalar geçiyor ki “ne alaka” diyebiliyorsunuz. Mahsun Kırmızıgül ve Mustafa Sandal'ın oyunculuğu için ise ne bekliyorsanız ancak o kadar oyunculuk yaptıklarını söylemeliyim.
Filmin artılarından bahsedecek olursak, filmin başında diyebileceğimiz bir bölümde yaşanan polis timlerinin hücre evine yaptığı baskın sahnesi dünya sinemasında ki aksiyon sahnelerini aratmıyor, gayet başarılı. Çekim kalitesi ise yine filmin başka bir artı yönü, abd'de ki insanların müslümanlara bakış açısı, cehalet, kan davası gibi önemli konuların belli ölçülerde mesaj yoluyla verilmeye çalışılması hoş, ama becerizsizce. Ve gelelim en önemlisine, Haluk Bilginer'in bütün filmi tek başına ayakta tutan Hacı Gümüş karakterinde ki oyunculuk performansına... Bir oyuncu bu kadar mı başarılı olur, inanılmaz beğendim.
Sonuç olarak film ne üst seviye ne de yerde sürünüyor, oturup izlenilecek bir film.

Son bir not daha; arkadaşım söyledi, filmin dublajlı versiyonu varmış haberiniz ola.

Schuster, Nihat

VDB-Tigana, Demirören'in bugüne kadar takımın başına getirmiş olduğu olduğu teknik direktörlere genel olarak bakıldığı zaman geleceği kurtaracak kişiler olmalarına rağmen gündelik başarılar üzerine kurulu olan Türkiye'de ki yapı yüzünden adamlara yapılmadık hakaret, rezillik kalmadı. Demirören ve onun altında çalışanlarda maalesef buna hep alet oldular. Bugün ise hedefte Schuster var. Son günlerde Schuster'in basına ti'ye alarak yaptığı açıklamalar ne mal oldukları belli olan basın guruhunun canını sıkıyor. Sıkmasında ne yapsın? Kendilerini herşeyin üzerinde gördüklerinden dolayı bu tür bir yaklaşıma fazla alışkın sayılmazlar. Umarım her seferinde “VDB'yi göndermeseydim, hata yaptım” diye dert yanan Demirören'in tekrar birilerinin gemisine -basın veya taraftar- binerek aynı hatayı tekrarlamaması. Demirören'e pek güvenim yok ama bizde ki sadece bir umut. Her seferinde şu cümleyi kuruyorum, ki Beşiktaş'ın kurtuluşu ancak bu tür bir zihniyetle olabilir; “Geleceği kurtarmak için günü yakmak”. Varsın şampiyon olmayalım(!), biz demiyor muyuz; “şampiyonluk, bizim aşkımız yanında hiçbirşey” diye.
Son barikat'ın bloğunda A2'nin oynadığı Bursa maçı ile ilgili bir yazıya denk geldim, uzun zamandır basbas bağırdığımız A takım ne oynuyorsa altyapılarda aynı sistemi oynasın düşüncesi bu sene yapılmaya başlanmış. Umut etmek için ne güzel bir neden. Schuster'in ısrarla oynatmak istediği sistem, gençlere önem vermesi, basına gider yapması beni mutlu ediyor, umarım genel olarak taraftarı ve yönetimide memnun eder. Değişimler her zaman sancılıdır ve sabır ister. Sonuna kadar Schuster...

Nihat; bugünlerde oynadığı futbol değilde sahadaki davranışları ile taraftarın gözüne takılır oldu. Genellikle hep böyledir, insan psikolojisi. Mecnun'un ile Leyla karşılaştığı zaman şöyle bir konuşma geçer; “sen Leyla olamazsın, eğer sen Leyla isen bende ki Leyla kim“. Bizim aklımızda kalan her zaman İspanya'da golleriyle önce çıkan Nihat olmuştur. Bizde bu performansı verememesinden dolayı insanların ister istemez gözlerine başka noktalar takılıyor, ama Nihat dün neyse bugünde o. Mesela Nouma, Beşiktaş'ta ki performansı iyi olmasaydı saha içi ve dışındaki davranışları nasıl karşılanırdı? Bazen sistemler oyuncuların performanslarını yukarı çekerken bazen yerlerde sürünmesine neden olur. Buna Zlatan örneğini verebiliriz, veya Ronaldinho. İspanya'da oynadığı takımalarda ki sistem ile Nihat'ın önplana çıkmış olan yeteneklerinin Beşiktaş'ın oynamak istediği sistem ile uyuşmaması ve bununla birlikte taraftarın Nihat'tan beklentileri başarısızlığın görünür kısmı. İşin özü; bu sistem ile oynandığı sürece Nihat'tan çok fazla bir beklenti içerisine girilmemesi gerekiyor.

Sadece vazgeçmeyi bildim - Can Yücel

…Asla sevmediğim birine seni seviyorum demedim,
Ya da asla birini severken karşılığını beklemedim.
Dostluğuma değer biçmedim, sevgime ise hiçbir zaman sınır çizmedim.
Sevdiysem sonuna kadar gittim, bitirdiysem öldürse de hasreti geriye dönmedim.
Bazen çok kırıldım, bazen belki de kırdım.
Ama hata insana mahsustur dedim.
Affettim, af diledim.
Kimileri birden fazla kırdılar kalbimi ama ben onları yinede affettim.
Onlar belki beni saflıkla yargıladılar.
Belki de içten içe sinsice güldüler.
Ama asıl unuttukları şuydu;
Ben aldanmadım..!
Aldanan her zaman kendileri oldular ama bunu anlayamadılar.
Bir insan kaybının ne olduğu bilemedikleri için,
Kaybetmek onlar için bir alışkanlık haline geldiği için.
Oysa ben hiç insan kaybetmedim.
Sadece zamanı geldiğinde vazgeçmeyi bildim o kadar...



deepnoteyalnışça: bu da bizi yalnış anlayanlara...

Tiyatro - Bozuk Düzen

Oyunculara şöyle göz gezdirdiğimizde gerçekten önemli, tanıdık isimler görsekde “Bozuk Düzen” isimli oyuna konu açısından bakıldığı zaman basit bir oyun olduğunu söylemek gerek. Oyunu kurtaran bazı oyuncuların üstün performansları ve fonda çalan müzikler. Özellikle Ömer rolünde ki Gün Koper öne çıkan isim. Bu arada dekorunda başarılı olduğunu söylemeden geçmiyim. Başka gözüme takılan nokta Yılmaz Meydaneri'n oynadığı sarhoş koca -Ragıp- tiplemesinde aynı sahne içerisinde saniyeler geçtikçe ayılması biraz huylandıran bir durumdu -sadece bu oyunda böyle bir performans sergilemiş olabilir-. Oyunumuz dram içerikli bir oyun olasada bir önce tanıttığım “dört kişilik bahçe” kadar ağır değildi, kendini izlettiriyor, sıkmıyor. Oyunun yazarı Güner Sümer, yönetmenliğini ise Burteçin Zoga'nın yaptığı iki perdelik olan oyunumuz, köhne ev ve bahçesinin yanısıra bir de bar olmak üzere iki dekor üzerinden aşağıda yazılmış süre zarfında sahneleniyor.
Birazda konudan bahsedelim; Dikili isimli kasabada yaşanan zelzelede yıkılan evlerini tekrar yapmak yerine herşeyleri satarak İstanbul'a yerleşen ailemizin reisi ilerki yıllarda vefat eder. Evin annesi yaşadığı sağlık problemlerinden dolayı hastaneye yatırılır. Evin kızı Güzin evlenir ve evde 3 erkek kardeş başbaşa kalır. Ağabey Hakkı, ortanca Turgut, küçük kardeş Ömer. Başlıbaşına sorunlu bir aile, aynı tevede oynayan “küçük kadınlar” gibi. “Sen nereden biliyon şu küçük kadınları” demeyin(!), ev ahalisi malumunuz.
Hakkı; kendi dükkanını işletmektedir. İçine kapanık, özellikle kadınlarla iletişim kuramamış olmaktan dolayı evde kalmış bir erkek kurusudur. Uzun zaman sonra Handan'a aşık olmuş, onunla evlenmek istemektedir. Handan'da ona karşı boş değildir ama yaptığı işi anlattığında olacaklardan korkmaktadır. Çünkü Handan hayat kadınıdır.
Turgut; amatör olarak futbol oynamakta diğer iki kardeşinin aksine dünyada ki beklentileri üst seviyede, gününü gün etme derdindedir. Demet isimli güzel bir bayana aşıktır ve onunla evlenmek istemektedir. Demet'in ise Turgut ile bir yuva kurmak gibi bir düşüncesi yoktur.
Ömer; zelzeleden büyük ruhsal yaralar almış içine kapanık, dünyaya kapılarını kapatmış bir çocuktur.
Güzin; eşi Ragıp ile sorunlar yaşamakta, kafayı çeken kocasından dayak yemektedir.

Ve birgün Güzin eşini terkedip bizim üç bekarın kaldığı harabeye gelir ve olaya dahil olur. Genel olarak bireylerin birbiriyle yaşadığı sorunlar, hayattan beklentileri, bu bozuk düzen içerisinde verdikleri mücadele dramatik bir şekilde anlatılıyor.
Bu oyundan ders olarak ne çıkarabiliriz dersek eğer “başsız kalmış sürü dağılır” gibi abesi bir yorum getirebilirim. Gırgırı bir kenara bırakırsam eğer anne baba aileyi bir arada tutan faktördür.

İyi seyirler...



Yazan : Güner SÜmer
Yöneten : Burteçin Zoga
Sahne Tasarımı : Baarış Dinçel
Işık Tasarımı : Mahmut Özdemir
Kostüm Tasarımı : Nihal Kaplangı
Efekt : Ersin Aşar
Yönetmen Yardımcısı : Selçuk Yüksel-Tolga Coşkun
Süre : 2 Saat 45 Dakika

OYUNCULAR
AHMET ÖZASLAN, AZİZ SARVAN, BERRİN KOPER, ÇAĞLAR POLAT, DEMET BOZYAKA, ENES MAZAK, GÜN KOPER, GÜROL GÜNGÖR, PERIHAN SAVAŞ, SELIN İŞCAN, UĞURTAN ATAKAN , YILMAZ MEYDANERI

Hes demokratik din dersi

* Geçenlerde Penche'de bu içki mevzu üzerine bir yazı asılmıştı, o yazıda Anadaolu'da bazı illerde yapılan baskılar sonucu içkili mekanların kapılarına kilit vurulduğundan dem vurulmuştu. Bugün ise 31 Aralık 2009'dan sonra ikinci büyük bir zam haberi daha geldi. Rakıya tam tamına %30 zam yapıldı. İçirmemek için güzel taktik be aga, sanki günahımın hesabını bunlar verecek. Tamam, bizim çiligir soframızı bir kenara koyalım, birde olaya üretici-işveren, turizimci ve birde sağlık yönünden bakalım. En son sigaraya gelen zamlardan sonra ortalık kaçak sigara kaynıyordu, ya şimdi? Bu sağlık yönü. Turizimci ve işveren için ise yüksek maliyet, bunun yansıyacağı yer ise işçi. İçenlere yapılan baskı, sağlık, para...

* Geçen hafta İkizdere sit alanı olarak tescillenmişti, bizde mutlu olmuştuk ki hükümet bunun rövanşını bir hafta geçmeden yasal gücünü kullanarak almış oldu. - İkizdere'nin sit alanı olmasıyla yapılması planlanan 22 Hes rafa kalkmış oluyordu- Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu’nun ‘sit alanı ilan etme yetkisi’ Çevre Bakanlığı’na bağlı yeni bir kuruma devrediliyor. Bu sayede sit alanı olmuş alanların tekrar gözden geçirilmesi sağlanacak. Ne mi olacak? Rant için, yandaşları için, doğanın ırzına geçecekler. Neyimize gerek börtü-böcek, doğa, bitki? Gözünü sevdiğimin demokrasisi...

* Kemal Kılıçdaroğlu'nun R.T. Erdoğan için geçen gün yaptığı konuşma gereçekten çok ağır ifadeler taşıyordu ki bugün R.T. Erdoğan karşılık verdi. Hemde benzer ağır ithamlarla, sonunda da halka şikayet etti. Kılıçdaroğlu'nun yaptığı konuşmayı tasvip etmiyorum ama cevap veren kişinin sanki sütten çıkmış ak kaşık gibi eleştirmesi bir garip! Son sekiz yıla bakıldığı zaman R.T Erdoğan'ın yaptığı konuşmalar ortadayken eleştiriyor olması komik bir durum. Bizim oradalarda bir deyim vardır; “bokluda çamurlaya gülüyor” derler.
Siyaset dedikleri yapı gerçekten mide bulandırıcı, yapanlarda. Bu ülkede sözü-özü bir olanlar ya hayatlarına sıradan bir vatandaş gibi devam ederler ya da hayatlarına garip kazalar ile veda ederler, onlarda parmakla gösterilecek kadar azdır. Gerisi mi? ortada...

* Geçen hafta içerisinde bazı öğrenciler YTÜ'de açtıkları pankart sonucu karşıt görüşçüler ve devletin güzide polisleri tarafından saldırıya uğramış devamında da YTÜ rektörlüğü tarafından soruşturma açılmış, derslere alınmamıştı. Bugün ise öğrencilerin ve bazı öğretim görevlilerin destekleri sayesinde en azından derslere alınmaya başlandı. İlim-bilim adamı, özgür düşünceli insanlar yaratması gereken üniversitelerin başında dar kafalıların olması ne kadar tezat bir durumdur.

* Bugünün gafı-afı-..... diye başlamak gerek, Milli Eğitim Bakanlığı özürlü insanlarımızın eğitim aldığı Özel Eğitim Kurumlarının ders çizelgesinde değişikliğe giderek din kültürü ve ahlak bilgisi dersini ekledi. Özürlü diye hitap ettiğim kısmı açmak gerek, bunun içerisinde zihinsel engelliler, otistik çocuklarımız bulunmakta. Alevi ve farklı inançlara sahip vatandaşlarımızın zorunlu din dersi istemiyoruz sözlerine kulak asmayanlar kendine bakamayacak durumda ki çocuklara din dersi öğretmeye kalkıyor. Bu ne saçmalıktır be!

* Fransa'da insanların ömürleri uzadı, maliyetler arttı diye emekli yaşının 60'dan 62'ye çıkartılması esnasında ve devamında çıkan olayları gördüğümde yıllarda bu ülkede yedi ceddini ağlatan siyasetçilere ses çıkarmayan insanları görünce cidden ne kadar eğitimsiz, vurdumduymaz olduğumuza şaşırıyorum. Daha sonra şu akp'ye oy verenlerin büyük bir kısmı eğitimsiz dendiğinde birileri alınıyor. Alınacak birşey yok. Akp'nin yaptırdığı ankette bunu söylüyor. Yalanda söylemiyoruz.

Gözünü sevdiğimin akepe demokrasisi...

Korkma Ben Varım - Murat Menteş

Hayat örümcek ağı gibidir. Ne zaman ve nasıl insanların yollarının kesişeceği hiç belli olmaz. Yazarımız bir önceki romanında ki -Dublörün Dilemması- gibi yine aynı tarzda yoluna devam ediyor. Daha sonra farklı denemeler yaparmı bilmiyorum ama bu tarzı benim açımdan ilgi çekici. Sadece bu kitapta ufakta olsa bir iki “keşke olmasaydı, sonunu daha iyi bağlasaydı” gibi noktalar mevcut. Mesela Hayati Tehlike ile Fu'nun karşılaşmasının sonucu veya kitabın finalinin çok daha heyecanlı, farklı biteceğini düşünürken sönük şekilde sonlanması gibi.

Kitap, diğer romanda olduğu gibi sona yakın bir bölüm ile başlıyor ve Fu'nun Gönül İşler Bakanlığı'na yapılacak saldırıyı rüyasında görmesiyle devam ediyor. Yazarın burada oluşturmuş olduğu Gönül İşler Bakanlığı öğesi gerçekten ilginç, bu ülkede olmayacak bir durum mudur bilmiyorum. -Olur mu olur vallaha, tırstım- Tırstık diye araya not düştük ya açıklamakta gerek; neymiş, ne yaparmış bu bakanlık, birde şu çekik gözlü sandığınız zat-ı muhterimi tabiki. Nedir Gönül İşler Bakanlığı: bu kurum devlet eliyle aşık olduğunuzu resmi olarak onaylıyor. “Yok daha neler?” demeyin öyle, aşık olduğunuz kişinin adını söyleyerek başvurduktan sonra eğer kabul görürse dini alimler tarafından sözlü mülakata çağrılıyorsunuz. Bu mülakat sonunda alimlere verdiğiniz cevaplar uygun görüldüğü taktirde size bir AŞKart tahsis ediliyor. Yani devlet eliyle aşkınız onaylanmış oluyor. Ayrıca bu karttan çeşitli indirimler, avantajlar sağlayabiliyorsunuz. Tabiki bu da ömür boyu değil, 3 yılda bir yenilemeniz gerekiyor. Nasıl ama? Şimdi gelelim Fu dediğimiz karaktere; Fu, Fuat Tufa'nın kısaltılmış hali. Gönül İşleri Bakanlığı'nın basın müsteşarı ve Dublörün Dilemması'ndan hatırlayacağınız Nuh Tufan'ın afilli filintalardan arkadaşı. Ayrıca kitabın ilerki sayfalarında aynı sınıftan başka bir karakter daha dahil olacak ki bu da Müntekim Gıcırbey. Fuat Tufa uzakdoğu kültürüyle yoğrulmuş, gayet atletik, yakın-uzak-orta dövüş sanatlarına hakim bir çekirge. Gıcırbey'in ismi geçmişken ondan da bahsetmeden olmaz. Gıcırbey insanlardan para karşılığı intkam alan bir işle meşgul, intikam diyince öldürmek olarak algılamayın, o insanları rezil etmek için uğraşıyor. Yardımcısı ise üst komşusu rahmetli Kevser'in babaannesi cinci Ruhiye ve cini Jajha.
Gelelim kitabın tehlikeli-eli kanlı-bir o kadarda aşk adamı olan Hayati Tehlike'ye. -Nereden buluyor arkadaş böyle garip isimleri- Adamın ismi ile yaptığı iş ancak bu kadar uyuşur. Hayati Tehlike Niko'nun yakın arkadaşı. Birgün otel odasında çıkan kavgada dokuzcu kattın penceresinden yakuzalar tarafından atılırlar, bunun sonucunda Niko hayatını kaybeder. Hayati ise hastane odasındaki günlerinden sonra yaşamına devam eder. İşte Hayati Tehlike'nin hayatı bu vesileyle yön değiştirir. -Niko ünlü mafya babası Atom Bombacıyan'ın yeğeni midir, oğlu mudur tam hatırlamıyorum. - Atom Bombacıyan ile tanışan Hayati artık mafyanın içinde yer almaya başlar.

Kitap dört ana karakter üzerinde kurgulanıyor. Fu, Gıcırbey, Şebnem Şubimi ve Hayati Tehlike. Gelelim üstünkörü konuya; Fu, Hayati'nin GİB başvurmasından sonra aldığı olumsuz yanıt sonucunda bakanlığa yapılan kanlı saldırıdan sorumlu olduğu sonucuna varıyor, Gıcırbey ise aşık olduğu kadının böyle bir mafya adamının elinde zarar görmemesi için Fu ile işbirliğine gidiyor. Ve bu ölüm kalım mücadelesinin içerisinde Hayati Tehlike ile Şebnem arasında mafyadan apartılan romantik mi romantik sahnelerle desteklenen aşk hikayesi.
Bu karakterlerin yanısıra Atom Bombacıyan'ın sağkolu Abidin Dandini, Hayati Tehlike'nin maddelere hükmeden oğlu Gerçek, Şebnem'in eski Emniyet Müdürü olan babası Şerif Şubimi, Abidin Dandini'nin yavuklusu Leyla Kalahari, Hayati Tehlike'nin bir gecelik kaçamağı ve plotonik aşkı Neptün Petunya gibi yan karakterler ile desteklenen ilginç ve kendine bağlayan bir kitap sizi bekliyor.

Beşiktaş JK : 32 - Ankara 06 Aterspor : 18

Ligin 4. maçınıda kayıpsız geçmiş bulunmaktayız. Maçtan önce dağıtılan önünde Beşiktaş arması arkasında “Beşiktaş Hentbol” yazan tişörtlerin neyin nesidir bilmesemde açılan “Gücümüze Güç Katan, Formamıza Ter Olan Taraftarımıza Sonsuz Teşekkürler” pankartı hoş ve anlamlıydı. Salonun yarıyarıya dolması ve taraftarın rakibe bulaşmayıp sadece takımı marşlarla desteklemesi memnun edici, özlediğim bir tabloydu. Maçın öne çıkanı ise iki takımın kalecilerininde gerçekten gününde olmalarıydı. - Özellikle ilk yarı- Bu da oyunun daha zevkli bir hal almasına sağlıyor.

Maçın başlamasıyla rakip ataklara kalesini kapatan Yılmaz'ın başarılı performansı sayesinde ilk 11 dakikada fark 9-0 gibi bir skora ulaştı. Daha sonraki dakikalarda rakip kalecinin performansı öne çıkınca ilk yarı 13-10 gibi bir skorla bitti. Maçı o kadar kazanacağımıza güvenimiz var ki taraftar dahil kimse telaş yapmıyor. İkinci yarıyada ilk yarıya başladığımız gibi oyuna ağırlığızı koyunca 32-18 gibi farklı bir skorla oyundan galip ayrıldık. Alkışlar hentbolcularımıza...

Sevdalı yüreklerde beyaz sürgünler
Halayla, türkülerle sevdi bu kalpler
Yıldızlarlar tutuştu siyah beyazla
Marşlarımız ağlasın kartal aşkıyla
Beşiktaş seninle ölmeye geldik...Beşiktaş

Gücüne güç katmaya geldik
Formanda ter olmaya geldik
Beşiktaş seninle ölmeye geldik... Beşiktaş

Barbaros meydanında dün gibi sevdan
Derin bir nefes çektik Abbasağa'dan
Bir umudum sensin anlıyormusun
Hayat yaşanmıyor senle olmadan
Beşiktaş seninle ölmeye geldik... Beşiktaş

Gücüne güç katmaya geldik
Formanda ter olmaya geldik
Beşiktaş seninle ölmeye geldik... Beşiktaş

Tribün toplumun aynasıdır

Uzun zaman sonra ilkkez sinirlendim, kendimi kötü hissetim. Bunun sebebi ne sistem ne oyun ne de Shuster. Aksine oynatılmak istenen sistemden de Shuster'den de gayet memnunum. Ama güvendiğim oyuncuların yaptığı basit, amatörce hatalar beni hayal kırıklığına sevk ediyor, sinirlenmeme yol açıyor. Yazık oldu Porto maçındaki oyunumuza!

Asıl değinmek istediğim konuya gelirsem eğer taraftar profilinin bu kadar kötüye gitmesi beni iyice umutsuzluğa sevk ediyor. Eşiyle kavga eden, işinde başarısız olan, sosyal hayatında silik görüntü sergileyen, belkide maddi açıdan sorunlar yaşayan insanların o tribünlerde empati yapmadan deşarj olurken sahneledikleri görüntü gerçekten berbat. En kötüsü ise “biz Beşiktaş'ı karşılıksız seviyoruz”, “dünyanın parasını alıyorsunuz ..... ” gibi düşüncelerinin arkasına sığınmak ve bu rezilliği ortaya koymak. Düşünsenize iş yerinizde patronunuz, yöneticiniz eşiyle kavga etmiş, geliyor size patlıyor. Ne hissedersiniz? “Küfür edenleride anlamalı, dünya değişti” gibi sözler bana doğru gelmiyor. Dünya ne kadar değişirse değişsin insanların ahlakı, ilkeleri olmalı. “İyi insan olmadan Beşiktaş'lı olunmaz” söyleminin arkasında durmak, Süleyman Seba'ları, Baba Hakkı'ları, Baba Recep'leri tanımak, iyi analiz etmek gerekir. Beşiktaş'lı olmanın bu kadar basit bir olgu olmadığına, hayatın doğruları olduğuna inanan biriyim. Biliyorum bizimki deli işi ama bizim Beşiktaş'lılığımız bunlar üzerine kurulu. Malesef ki arkadan gelen veya değişen insan yapısı ürkütücü. Ben taraftar dedim ama toplum olarak müsamaha göstermeyen, ilk düştüğünde tekmeyi vuran, yukarı çıkanı aşağıya çeken, yüze başka arkadan başka konuşan, saygı göstermeyen, empati yapmayan bir zihniyet aldı yürüyor. Gücü gücüne yetene. Nedir bu ikiyüzlülük, rezillik?

Kan acil değil, sürekli ihtiyaçtır

Uzun zaman sonra bugün kan verdim. Sanırımsam 4 veya 5 yıl olmuştu. Bu kadar uzun zaman kan vermememin nedeni kendimce Kızılay'ın davranışlarından kaynaklanan bir durum olsada birilerinin yüzünden böyle saçma bir davranışta bulunmak aptalca. Biraz geç anladım! Aşağıda kan vermenin yararlarını görebilirsiniz. Hani kendinizi düşünmeseniz bile “böyle birşeye ihtiyacım yok”, “ben iğneden korkarım” gibi saçmalıklara sığınıyorsanız dahi son şıkta yer alan açıklama sizin için umarım itici güç olur. İnsanın kendisi veya bir yakının bu duruma düşmesi durumunda aklına ancak gelebilecek bir neden. Allah kimseye göstermesin ama hayat bu, ne zaman kimin başına geleceği belli olmuyor. O çıkmazda, çaresizlikte olmak, bir ünite kanı bulmak için telaş içinde koşuşturmak, zamana karşı yarışmak beter bir durum. Her güzel şey gibi sağlıkta kaybedilince değeri anlanan bir kavram. Biraz empati yapmak, duyarlı olmak gerek diye düşünüyorum. Konunun sloganınıda başlıktaki gibi kızılaydan apartalım; kan acil değil, sürekli ihtiyaçtır.

Sonuçta hayat bu, ne olacağımız belli değil!

* Kemik iliğinin yağlanmasını önleyip, kan yapımı canlı tutulur.
* Verilen kanın yerine, anında vücuttan genç hücreler dolaşımına katıldığı için, bağışçı daha dinç ve canlı olur.
* Kandaki yüksek yağ oranı düşer.
* Kan bağışı kalp krizi ihtimalini %90 azaltır.
* Kan bağışlayan kişide baş ağrısı, stres, yüksek tansiyon, yorgunluk gibi rahatsızlıkların giderilmesinde çok büyük katkısı olur.
* Kan bağışçısı her kan verdiğinde: AIDS , Hepatit B , Hepatit C , Sifiliz. Kan grubu taramasından ücretsiz olarak yararlanmış olur.
* Trafik kazasında yaralanan bir kimsenin, kan uyuşmazlığı olan bir bebeğin, kan bulunmazsa ölecek bir hastanın sizin verdiğiniz kanla kurtulmasının, size verdiği manevi duygu ölçüsüzdür. Bağışınız çok insancıl ve onurlu bir davranıştır.

http://www.kanver.org/

Avrasya'nın zenginleri

Köprünün ortasında, boğaz karşımda, börekler ortada, meyvesuları elimizde. "Kendimi dünyanın en zengini gibi hissetim" desem yalanım olmaz, diğer 130 bin kişide benim gibi hissetmiş midir acep? Sanırsam 9 km'ye yakın yürüdük, yürüdük diyorum çünkü koşmuş olsaydım -ki mümkün değil- şuanki halimi arar olurdum. Şuan bile pestilim çıkmış gibi hissediyorum.
Güzel, yorucu. Ihhhh...

Dayıya bak dayıya(!), birde dönüp poz veriyor.


Dünkü maçın sıkıntısı, sabahın karga ile olan ilişkisi derken ağzı bir açılıp bir kapanan yavru kartal.


Bu nasıl bir mahşeri kalabalıktır? Köprü bile sallandı!

Zübükler, umutlar, kalıntılar

• Marco sakatlanmış. Üzülmedim, sevinmedim de. Önceleri formayı kim giyse birşeyler hissederdim. Şimdi ise düzene bende ayak uydurdum. İçimden gelmiyor!

• Milli takım yenilmiş; uzun zaman önce bırakmıştım desteklemeyi. Forma renginden dolayı yapılacak seçimlere, adam kayırmacılığına, ayrımcılığa, sağa sola el kol hareketi yapan kaptanlara, kendini kaf dağından sanan teknik direktörlere karşıyım. Kartaldan başka kuş, siyah-beyaz’dan başka renk, Beşiktaş’tan başka takım tanımam. Totti’nin dediği gibiyim bende “benim milli takımım Beşiktaş”

• Referandum öncesi 12 Eylül’cüler yargılancaktı, sahi ne oldu?

• Şili’de ki madenciler uzun zaman sonra göçükten çıkartıldı. Ne güzel görüntülerdi onlar! Dünyanın diğer ucunda olsa dahi insan seviniyor.

• Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Ömer Dinçer Şili’de ki madencileri işaret ederek “Böyle bir kaza bizde olsa, madencileri üç günde çıkarırdık” demiş. Sahi bizim madencilerin cesetleri çıkartıldı mı? İnsanın içinden geçenleri diline dökememesi zor. Sabır!

• Zamanın Sanayi Bakanı Cahit Aral insanları ikna edebilmek için "cayda radyasyon yok lakin ben iciyorum" diye bir söz sarf etmişti. İnsanları yıllar içinde yavaş yavaş ölürken bu sözleri sarf eden bir insanın vicdanı nasıl rahat olabilir? Bir benzer sözü ise bugünün Çevre ve Orman Bakanı Veysel Eroğlu sarf ediyor. Diyor ki; “Biz bilimsel olarak konuşuyoruz. Katiyen yok, olsa çıkar söylerim. Hamsiyi rahatlıkla yiyebilirsiniz. O zehirli maddelerin çoğu yüzde 90’ı çökecek. Merak etmeyin.” Zihniyet aynı, zaman değişse dahi!

• Dünyayı, doğayı yok etmeye elbirliğiyle devam ediyoruz. Tuna akmam diyor.

• Haftasonu Avrasya maratonu var, bizde ordayız. Amaç koşmak değil, yürümek. Köprüden İstanbul’u seyretmek.

• Halkın Takımı forumunda çocuklara yardım kampanyası yine başlamış. Bir el atmak, sevindirmek gerek. Çocukların yüzündeki tebessüm bir dünyaya bedel.

• Fopomaç özür dilemiş, hayret! Diğer yalan haberleri içinde özür dileyecekler mi acep?

• Stalker’ın Bosna hakkında ki bir yazısına denk geldim; konu hakkında kulaktan dolma bilgiler haricinde bir bilgiye sahip değilim, okuyunca utandım(!), merak ettim.

Tiyatro - Dört Kişilik Bahçe

Bir önceki yazımda 1 Ekim'de şehir tiyatrolarının perdelerini açtığından bahsetmiştim. Dün itibarı ile de bende “Dört Kişilik Bahçe” isimli oyuna giderek kendi sezonumu biraz gecikmeli olarak açmış bulunmaktayım.
Murathan Mungan'ın yazdığı Ersin Umulu'nun yönettiği “Dört Kişilik Bahçe” isimli oyunun oyuncu kadrosunda “Bizimkiler” isimli teve dizisinden de tanıdğımız Ayşe Kökçü'nün yanısıra Esin Umulu, Metin Çoban ve Sevil Akı rol almakta. Tek perdelik olan oyunumuz 1,5 saat gibi bir zaman diliminde sahneleniyor. Oyunun konusundan çok sahne dekoru, Işık tasarımı ve efekt açısından başarılı olduğunu söylemeliyim. Oyuncuların performansları tatmin edici olsada oyun konu açısından pek başarılı değil. Dram yüklü bu oyunda aile fertleri içerisinde geçen hesaplaşmalar, iç dünyaları vs derken izleyici biraz sıkılıyor, daralıyor, hüzüleniyor. Hatta salonu bile terk edebiliyor. Bu kadar hüznü, dramı birarada seviyorsanız eğer sorun yok. Bana sorarsanız eğer ben biraz daraldım. Bu kadar ağır bir dramı sevmem. Kendi adıma tatmin olmasamda sonbahar gibi bir mevsime uygun olduğu kesin.

Oyunumuz Emirgan'da bir konakta geçiyor. Zamanın zenginlerinden eski Osmanlı paşası Server Bey artık yaşlanmış, ilaçlarla ayakta durmakta, bunama belirtileri göstermektedir. Server Bey, kızı Afife Reşat ve büyük torunu Fatma Aliye ile beraber yaşadıkları bu konak ellerinden kalan son mal varlıklarıdır. Fatma Aliye ud çalarak eve katkı yapsada borçlar boğaza dayanmıştır. Afife Reşat’ın oğlu Reşat 10 yıl önce Amerika'ya küçük kızları Talia ise 7 yıl önce annesinin karşı çıktığı bir baldırı çıplak memura kaçmıştır. Afife Hanım'ın Reşat'a olan özlemi, Fatma Aliye'nin konağa sıkışmış umutları derken bir gün Talia kocasını terk edip geri döner ve geçmişte kalan ikili hesaplaşmalar tekrar başlar.

Dediğim gibi ağır bir oyun olmasından dolayı pek fazla hoşnut olmadım. Sonuçta zevkler tartışılmaz.

İyi seyirler...

Yazan : Murathan Mungan
Yöneten : Ersin Umulu
Dramaturgi : Arzu Işıtman
Sahne Tasarımı : Zuhal Soy
Işık Tasarımı : Murat Özdemir
Kostüm Tasarımı : Aysel Doğan
Efekt : Yusuf Tuncer
Yönetmen Yardımcısı : Enes Mazak – Çağlar Polat

Hayatımın ortasından

* “Sponsorlara destek olmak her taraftarın birinci vazifesidir.” diye başlamış söze böyük başkan. Ne akla, cebe hizmet 2007 yılında bizlere kapalı üstden ağza alınmayacak küfürler edip ağızlarından salyalarını akıtanlara ve insanları yoluncak kaz görüp, aşkı paraya bağlayan .......'a Sanlı kaptanın meşhur sözünü gönderiyorum.

* Egemen Guti'ye tekme değil cinayet sebebi sayılabilecek bir hareket yapmış, lanet olsun ormanları yakanlara. Ormanlar yandı bunlar gibi ..... şehre indi.

* Kazansakta kaybetsekde top bizde, sadece rakibin değil benimde başım bir büyük devirmiş gibi dönüyor. Hoşuma gitmiyorda değil...

* “Shuster, Pascal'a özenmiş” dediler. Gazeteciler alınmış mı korkmuş mu anlayamadım. Az etmiş(!), keşke üstlerine salsaydı.

* Stadın ismi ......, taraftarın görevi para harcamak, sus pus oturmak. Kulübün adı da artık ne olur Allah bilir. Yetmez...

* Aralık ayında Cem Yılmaz ile Şener Şen'in oynadığı “Av Mevsimi” vizyona girecekmiş. Ustayı izlemek gerek...

* Şehir tiyatroları 1 Ekim itibari ile perdelerini açtı. 8 civarı yeni oyunun yanısıra diğer oyunlarla beraber sahnelenen oyun sayısı 20'yi buldu.

* Lale ve ağaç dikme sezonum açıldı. Sıra geldi boş arazi bulmaya...

* Murat Menteş garip bir yazar, yazdıklarıda... Ama hem kendini dinlettiriyor hemde kitaplarını okutturuyor.

* Hayati Tehlike'yi kıskandım(!), acaba en son mavi gözlü hüsranından mıdır nedir?

* Bu ülkedeki kadınları anlamıyorum, onlarda beni... Tası tarağı alıp gitsem mi?

* Dışarıda abartılı bir yağmur yağıyor. Yağmuru severim, altında yürümeyide. Belli mi olur belki ruhumuda temizler. Hadi hoşçakalın...

Olmuyorsa Zorlamayacaksın - Can Yücel

Olsun istersin…
Hatta olsun diye yapılması gerekenden daha da fazla üstelersin.
Aşktır ; değer verirsin, ödün verirsin, sevgiden de öte saygı gösterirsin, olmayacak kaç şey varsa bir araya bile getirirsin…
Bakarsın, ne anlattığını anlayabilmiş; ne de çözüm için bi’şeyler yapma gayretinde.
...İştir ; sabahlarsın, “olsun” diye ailenden çaldığın zamanı oraya verirsin…
Dosttur ; hayatta kimseyi dinlemediğin kadar dinler, kendine ayırmadığın onca şeyi O’na ayırmaya çalışırsın…
Sonra olayın içinden kendini çıkartır şöyle karşıdan yaptıklarına bir bakarsın… Bakarsın ki her şey başladığın gibi!
Olmuyorsa, olmuyordur!


Gönlün rahat mı?
Elinden geleni yaptın mı?
Cidden olmuyorsa zorlamayacaksın…

sinirnotaşki: Bu şiirde görücü usulüyle biriyle çıkmayı tercih eden mavi gözlüye gelsin. Akıl akıl gel bir yerime takıl...

Sahne tozu

Ta 10 ay önce bir başlık atıp “yıllardır tiyatro koltuklarında izleyiciyim, ama artık bende o heyecanı yaşayacağım” demiştim. Bu uzun, emek dolu günler bitti ve sonunda pazartesi akşamı oyunumuzu sahneledik, güzelde oldu. Tiyatronun ne kadar emek harcanan, zor bir meslek veya hobi olduğunu görmek, yaşamak, tecrübe etmek bu işi yapanlara karşı saygımı bir kat daha arttırdığını söylemeliyim. Ayrıca sahne provaları olsun, oyun un sahnelendiği an ve daha sonra duyulan alkşlar, methiyeler insanın yorgunluğunu bir anda silip süpürüyor. İnsanın gururun okşanması, sağının solunun ayrı oynaması, egosunun tavan yapması ayrı bir zevk.

Hatırlıyorumda askerliğin ilk günlerinde selam verirken heyecandan kalbim yerinden çıkacak gibi olurdu. Çavuş “git koş gel” der, koşup geldiğimde ise heyecanım yatışmaz üstünede yorgunluktan kalbim çarpardı. O günden bugüne gelmek garip. Hayat insanı inanılmaz değiştiriyor.

Oyunun sahnelendiği günün sabahı heyecandan kalbim ağzıma doğru fırlarken bacaklarımın bağları çözülmüşdü. Öğlen saatlerinde 100 mt sprint 40 km maraton koşacak gibi enerji doluyken oyuna bir saat kala sahnedeki koltukta uykuda, 20 dakika kala ise heyecan, telaş, korku, mutluluk vb gibi hislerden arınmış bir robot gibiydim. Bu kadar farklı duyguları, duygusuzlukları aynı gün içerisinde yaşamak gerçekten bir garip.

Oyun bittiğinde tam olarak ne yaşadığınızın farkında olmuyorsunuz, ta ki sonraki gün insanların size söyledikleri o güzel sözlere kadar. Tevelerde sağı solu oynayan insanlara gerçekten şimdi hak veriyorum. O sözler, davranışlar ister istemez insanın ayaklarını yerden kesiyor, farklı bir dünyaya taşıyor. Abarttığım düşünmeyin, yaşadım ve hâlâ inanamıyorum.

Tiyatronun insana kattıklarının yanısıra unutulmayacak anlar bırakmasıda ayrı bir güzellik. Bundan sonra belki bir daha sahneye çıkamacayak olsam bile o koltuklarda olmaya devam edeceğim.

Mutluluktan uçmak dedikleri bu olsa gerek.

Beşiktaş:37 Bursa Nilüfer Bld.:26

Asılan bir pankartda dediği gibi "Türkiye'de ekol, Beşiktaş hentbol". Ligde gerek kalite açısında gerekse fizik açısından çok önde bir takımız ki yıllardır bunu parkelere yansıtmaya devam ediyoruz. Oyunun gidişatına baktığımızda ise 6 ile 11 sayı arasında fark gitti geldi ve sonunda rahat bir galibiyet aldık ki aksinide beklediğimiz söylenemez.
Her seferinde salonların dolması, desteğin artması taraftarı olduğumuzu dile getirsekde bazen acaba az olup öz olmak iyi midir demeden de kendimi alamıyorum. Bazı kendini bilmezler yine insanların keyfini kaçırmaya devam ediyor, salonları stadlara çevirmeye çalışıyorlar ki bu durum şahsım adına istemediğim bir hadise. Stadlara göre hentbol, voleybol, basketbol gibi diğer branşların seyircileri futbol taraftarından hep farklıdır, umarım hep farklıda kalır.



Referandumun Biricik Galibi Boykot

Yüksek Seçim Kurulu'nun açıkladığı sonuçlara göre Evet oylarının sayısı 21 milyon 700 bindir. Bu sayı toplam 52 milyon 51 bin kayıtlı seçmene bölünür ve Anayasa değişikliği paketinin onaylanma oranı yüzde 42 olarak bulunur.
Aynı şekilde Hayır oyları sayısı 15 milyon 853 bin, kayıtlı seçmen sayısına bölünür ve paketi onaylamayanların oranı yüzde 30 olarak bulunur.
Evet ve Hayır oylarından geriye kalan seçmen sayısı 14 milyon 408 bindir. Bunların 726 bin tanesi sandığa giderek geçersiz oy kullanmıştır. Dün akşam sayımlarda sandık başlarında gözlendiği gibi bu geçersiz oyların hemen tamamı protesto ibareleri ve alametleri ile dolu oylarıdır..
Geriye kalan 13 milyon 682 bin seçmen ise sandığa gitmemiş, referanduma katılmamıştır. Geçersiz oy ve sandığa gitmemek biçiminde gösterilen boykot tavrının oranı yüzde 28'dir.
Referandumun resmi şekildeki gibidir:




Eğer ülkenin nüfusu 72 milyon ise ve içinde 14 milyon sandığa gitmeyen seçmen yaşıyor ise resim budur.
Yok, eğer ülkenin nüfusu 58 milyon olup 14 milyon sandiğa gitmeyen seçmen yaşamıyorsa Başbakan çıkıp "yüzde 58'lik zaferi"nden dem vurabilir.
Gerçekte Anayasa paketinin tasdik edilme oranı seçmenlerin yarısının yüzde 16 gerisinde kalarak yüzde 42 olmuştur..
Bu referandumda kimi seçmenler bedava kömür torbaları ile, kimileri bonkör iftariye paketleri ile kimileri de - eğer bulabilmişler ise bir iş - çoğunun bir günlük kazançlarını bulan 22 buçuk TL sandığa gitmeme cezası ile ödüllendirildi.
Elden gelse neredeyse sandığa gitmeyenler seçmen listesinden silinecek, hatta nüfus kütüğünden düşülecek idi.
Tüm bunlara rağmen referandumun biricik galibi Ezilenlerin ve Emekçierin Boykot Cephesi oldu. Şimdi, Ezilenlerin ve Emekçilerin Halk Cephesini kurmak zamanı geldi.. (HA/EÖ)

Alıntı: http://www.bianet.org/bianet/siyaset/124749-referandumun-biricik-galibi-boykot

Dublörün Dilemması - Murat Menteş

Son bir aydır Ramazan, oruç derken kitap okumaya vakit bulamadım. Aslına bakarsanız eğer vakit boldu ama işte orucun verdiği miskinlik hissi okumamızı engelledi. Şimdi oruç dedik sizin aklınızda “ bu adam blogda sosyalist tavırlar gösteriyor, şimdi ne orucundan bahsediyor?” demeyin. Siyasal görüşümüzün yeri ayrı dini yaşantımız ayrı. Artık başka bir yazıda ondan da birşeyler karalarız. Neyse konuyu dağıtmayalım, tanıtmak istediğim kitap Murat Menteş'in kaleme aldığı Dublörün Dilemması. Yakın zaman içerisinde bloglardın birinde Murat Menteş'in bir teve kanalında yaptığı söyleşiyi izleme şansımı oldu. Otuzlu yaşlarda gayet bilgili, konuştuğu zaman dinlenecek ama bir o kadar bana garip gelen bir şahsiyet. Bu tavırlarıda aynen kitaba yansıtmış. Şimdiye kadar bu tarz bir kitab pek okumadım desem sanırım abartmış olmam. Bu tarz yapıtlara beyaz perde de karşımıza çıkıyor ama ben kitap olarak ilk defa rastgeldim. Buna örnek olarak Fatih Akın'ın “Yaşamın Kıyısında” isimli filmini göstrebilirim. Biraz daha açacak olursam eğer farklı karakterlerin bir şekilde hayatlarının bir yerde kesişmesi olarak açıklayabilirim. Bu size klasik mi geldi? Diğer farklı yönü ise kitabın kurgulanması ve özellikle karakterler.

Kitabımız Nuh Tufan, İbrahim Kurban, Habib Hobo, Ferruh Ferman isimli dört farklı karakterin gözünden yaşananları anlatıyor. Kitabın ilk sayfaları final bölümünün bir kısmı ile başlıyor ve daha sonra normal seyrini izliyor. Bu karakterler içerisinde ön plana çıkan ise Nuh Tufan isimli dik başlı, sözünü esirgemeyen, bilgili ayrıca yüzsüz bir albino. Albinonun ne olduğunu biliyorsunuz değil mi? Şu doğuştan saçları, tenleri beyaz olan bazılarına garip bazılarına ise “ulan bunların parçaları uğurluymuş” diye öldürdüğü insanlar. Yanlış hatırlamıyorsam eğer Afrika'da bu insanlar ulu denerek öldürülüyordu, daha sonrada vücut parçaları uğurlu diye satılıyordu. -Gerizekalılar-
Bir diğer karakter İbrahim Kurban; kısa cümleler kurmayı seven, babadan zengin, güzel sanatlar okusada kimyaya merak salmış, Nuh'un okuldan arkadaşı.
Üçüncü karakterimiz ise Prof Dr. Umur Samaz'ın arkadaşı gizli servisten dedektif Habib Hobo.
Ve son karakterimiz paraya para demeyen -artık ne diyorsa- mafya babası Rıza Silahlıpoda'nın damadı Ferruh Ferman. Ferruh Ferman çocuk yaşlarda baba şiddetine maruz kalmış bundan dolayıda kekeme olan, arkeloji okumuş olmasına rağmen işsiz kaldığı dönemlerde Rıza Silahlıpoda'nın kardeşi Roza ile tanışmış ve hayatını birleştirerek “yürü ya kulum” denilen tiplerden biri.

Konuyu anlatırken bazı karakterlerin bağlantılarından bahsetmicem ki gidip kitabı alıp okuyun. Ferruh Ferman eşi Roza'nın geçirdiği trafik kazasından dolayı Rıza Silahlıpoda tarafından sorumlu gözüyle görülmektedir. Bu sorumluluğun karşılığıda bu dünyadan öbürküne tek taraflı biletle yolculuğa uğurlanmaktır. Bu durumu öğrenen Ferruh işin içinden nasıl çıkacağını düşünürken gazetede bir haber gözüne takılır; “işlerinize yetişemiyor musunuz? İki yerde birden olmak mı istiyorsunuz? O zaman bizi arayın.” -veya bunun gibi birşey- Haber ilgisini çeker, bunun üzerine Ferruh telefon numarasını arar ve olaylar başlar. Artıl Ferruh, İbrahim Kurban tarafından yapılan maskeleri takan Nuh sayesinde ölümden kurtulacaktır veya kusursuz düşündüğü plan bu şekildedir. Nuh ve İbrahim için ise kârlı gözüken bu anlaşma gittikçe tehlike arz etmeye başlacaktır.

Anlatım tarzıyla ve karakteriyle farklılık yaratan bu kitabı okumanızı tavsiye ediyorum.

Kitaplı günler...

deepnoteee: Ramazan bayramınız kutlu, mutlu, şeker gibi olsun.