Babil'de Ölüm İstanbul'da Aşk - İskender Pala


İskender Pala'nın tarih ile edebiyatı birleştirip ortaya birşeyler çıkarmasını, tarzı bu şekilde olan yazarları ve kitapları seviyorum. Hatırlayacağınız gibi önceki zamanlarda yine bu tarz bir kitap olan Katre-i Matem'i elimden geldiğince sizlere tanıtmış, ne kadar beğendiğimden de bahsetmiştim. Yazarımız bu kitaptada tarzından şaşmayıp aynı şekilde devam ediyor. Ama burada biraz durup Katre-i Matem ile bu kitabı karşılaştırmak istiyorum, ki okuyucu zaten kitapları okuduktan sonra ister istemez bir karşılaştırma yapıyor. Katre-i Matem'de yazarımız eseri daha dar bir zaman aralığında ele alıp, her kitapta olduğu gibi ana karakterler oluşturmuş, baskın, etkileyici bir konu ortaya çıkarmıştı. Bu kitapta ise diğer kitaba nazaran çok daha geniş bir zaman aralığını ele alıp, belli bir ana karakter üzerinden yürümemiş. Böyle olunca kitap Katre-i Matem'e göre çok daha hafif kalmış gözüküyor. Tabiki bu düşünce okuyucudan okuyucuya değişiklik gösterecektir.
Yazar kitabın ana konusunu Leyla ile Mecnun aşkı üzerinden ele aldığını söylesede benim gibi bir okuyucunun aklında kalan bölüm başlarına konulan Fuzuli, Nev-i, Naili gibi şairlerin mısraları ile BUAM isimli dünyaya yayılmış bir örgütün çalışmaları. Yine bana göre kitabı taşıyan, okuyucuyu sürükleyende bu örgüt. Aksi taktirde yazar sadece Leyla ile Mecnun aşkı üzerinden yürümeye çalışsaydı eğer okuyucu bir yerden sonra sıkılabilirdi. “Babil'de Ölüm İstanbul'da Aşk” için Katre-i Matem karşısında hafif bir kitap olduğundan bahsetsemde genel olarak bakıldığı zaman iyi kurgulanmış bir eser olarak göze çarpıyor. Bir tarafta aşk, diğer tarafta BUAM'ın sırları ve tarih ile harmanlanan eser okuyucuyu sessiz sedasız akan bir nehrin sularında sürüklüyormuş hissi uyandırıyor. Bugün düşündüğümde kitabın aklımda hoş düşünceler bıraktığını söylemeliyim. Şimdi diyebilirsiniz ki “bi karar ver adam, iyi mi kötü mü?”. Bence kitabı hiçbir eserle kıyaslamayın, sadece okuyun! Bu şekilde kitaptan çok daha fazla haz alacaksınız. Bir diğer bahsedilmesi gereken nokta ana karakterin olmaması, en azından diğer kitaplarda olan ana karakter yakıştırmasının dışında kalması. Eser Leyla'nın dudak izlerini taşıyan kağıtlardan oluşan, Fuzuli tarafından anlatılan Leyla ile Mecnun aşkının içine BUAM şifrelerinin gömüldüğü bir kitabın diliyle anlatılıyor. Hani animasyonlarda cansız varlıkların canlı gibi gösterilip yaşadıklarını kendi dillerinden anlatılması vardır ya aynı o şekilde bir anlatım tarzı var kitabın. Bu sefer pek fazla konu hakkında bilgi vermeyip okumanız için gerisini size bıraktım, maruz görün!
Son olarak kitap gerek anlatım tarzı ile gerekse konusu ile okunması gereken bir eser olduğunun altını çizerek yazımı sonlandırıyorum.

Kitaplı günler...

deepnote: Derdini konuşarak çok daha rahat anlatan bendeniz yazıya gelince aynı rahatlıkla anlatamıyorum. Bundan dolayıdır ki yazılarda bir takım eksiklikler bulunmaktadır. Sürçil ihsan ettiysek affola...

İşte Budur Hayat - Can Yücel


Yerin seni çektiği kadar ağırsın
Kanatların çırpındığı kadar hafif..
Kalbinin attığı kadar canlısın
Gözlerinin uzağı gördüğü kadar genç...
Sevdiklerin kadar iyisin
Nefret ettiklerin kadar kötü..
Ne renk olursa olsun kaşın gözün
Karşındakinin gördüğüdür rengin..
Yaşadıklarını kar sayma:
Yaşadığın kadar yakınsın sonuna;

Ne kadar yaşarsan yaşa,
Sevdiğin kadardır ömrün..
Gülebildiğin kadar mutlusun
Üzülme bil ki ağladığın kadar güleceksin
Sakın bitti sanma her şeyi,

Sevdiğin kadar sevileceksin.
Güneşin doğuşundadır doğanın sana verdiği değer
Ve karşındakine değer verdiğin kadar insansın
Bir gün yalan söyleyeceksen eğer
Bırak karşındaki sana güvendiği kadar inansın.
Ay ışığındadır sevgiliye duyulan hasret
Ve sevgiline hasret kaldığın kadar ona yakınsın
Unutma yagmurun yağdığı kadar ıslaksın
Güneşin seni ısıttığı kadar sıcak.
Kendini yalnız hissetiğin kadar yalnızsın
Ve güçlü hissettiğin kadar güçlü.
Kendini güzel hissettiğin kadar güzelsin..

İşte budur hayat!
İşte budur yaşamak bunu hatırladığın kadar yaşarsın
Bunu unuttuğunda aldığın her nefes kadar üşürsün
Ve karşındakini unuttuğun kadar çabuk unutulursun
Çiçek sulandığı kadar güzeldir
Kuşlar ötebildiği kadar sevimli
Bebek ağladığı kadar bebektir
Ve herşeyi öğrendiğin kadar bilirsin bunu da öğren,
Sevdiğin kadar sevilirsin...

Can YÜCEL

Sapanca hatırası...


Uzun zamandır istediğim birşeydi haftasonları İstanbul'un keşmekeşliğinden kaçmak, şehir dışında farklı yerlere gitmek. Belkide bu isteğimin altında yatan neden dede tabiri edilen yaşlara geldiğimde herşeyi arkada bırakıp bir sahilde ufak bir evde insanlardan uzak, doğayla, kitapların arasında yaşamak istemem. Elimde olsa bugün yaparım, ama insanı bu koskoca şehre bağlayan o kadar çok şey var ki! Gitmemi engelleyen, “dur, nereye?” diyen. Bu düşüncelerin arasında sevgili dostumun “hadi Sapanca yapalım” teklifinin üzerine düşünmeden -dünden razı olan ben- atlayıverdim. Amacımız sadece dolaşmak olduğunu sanmıyorum, dostum yeni fotoğraf makinasınıda denemek istemeside buna etken olabilir. Geçmiş zaman bende böyle bir şey istemiştim, araştırmıştım. Daha sonra fiyatları tuzlu gelince hayallerimi belli bir süre ertelemek zorunda kaldım. Bu gezi sayesinde ne yalan söyleyim dostumun fotoğraf makinasından birkaç kare fotoğraf çekme isteği bende bir heyecan uyandırdı. Böyle olunca azda olsa bu teklifi kabul etmem için başka bir neden oluştu. Böyle seyahatleri normal insanlar yaz aylarında yaparlar ki doğru olanda sanırım budur. Ama dedim ya normal insanlar, ben hiçbir zaman normal olduğumu idda etmedim, zaten değilimde. Öyle olunca kapalı, çiseleyen bir havada Haydarpaşa garından yola çıktık. Tren ile yolculuğu yapmayalı uzun zaman olmuştu, bu tür seyahatlerin ne kadar eğlenceli olduğunu unutmuşum. -Tren yolculuğu başkadır, benim için ise ayrı bir zevktir- Yaklaşık 2,5 saatlik rahat bir yolculukdan sonra internette güllük gülüstanlık resimlerine inat yağmurlu olmasada bol rüzgarlı, kasvetli bir hava ile karşıladı Sapanca bizi. - Eeee bizim gibi hesapsız adamların yapacağı işte bu kadar olur- Günlerden pazar, hava soğuk, sabahın ilk saatleri, sokaklar bomboş, iki sap yanyana, birinin boynunda fotoğraf makinası, sırtında çanta, üzerinde Deniz Gezmiş vari bir kaban. Diğerinin kulağında küpe, üzerinde bir palto. Kim olsa bu iki sapın yabancı olduklarını anlar, yani o kadar!

Resim; Sevgili dostuma ait... Girişteki resim ise bana...

Ağır adımlarla başladık yürümeye... İnsanoğlu bukelemun gibi hemen ortama ayak uydurabiliyor. Kendimden biliyorum. Birşeyler çekmeye çalışırken halimi görseniz sanırsınız ki yıllarını bu işe vermiş, tam bir profesyonel. -Saol kardeşim izin verdiğin için – Görenlerde öyle düşünmüştür sanırım, ama aceminin bayrak tutanıyız. Bir o, bir bu derken saatler ilerledikçe bizimde rengimiz değişmeye başladı. Eeee o kadar rüzgar yersen sadece rengin değişmez vücutta farklı değişikliklerde olmaya başlar. Baktık olmayacak biraz dinlemek, biraz da tavla hevesimizi gidermek için attık kendimizi bir kahveye.

Biz – Dayı, iki çay bir de tavla...
(Bastıra bastıra)
Dayı – Burada oyun olmaz!
Biz – İyi o zaman bize iki çay...

Sapanca muhafazakar bir yer, belki hatırlarsınız şort giyen kürekçileri pataklamışlardı. Ayağı denk almakta yarar var. :) Şimdi muhafazakar diyip bu örnekleri verince gözünüz korkmasın yahu! Göl kenarında içkili mekanlar mevcut. O kadar yolu geldikden sonra gölün kenarında bi rakı balık yapmadan İstanbul'a dönüş yapılır mı? Yapılmaz... Bizde yapmadık. Ama şunu not düşelim; Kadıköy'de bayılana kadar yiyip, içeceğim parayı burada yarım balığa vermek birazcık koydu. Türk esnafı biraz yabancı gördümü affetmiyor, geçiriyor.
Ve sonunda artık çekecek bir şey kalmadığına kendimizi inandırıp, biraz tebessüm, bol yorgun olarak yollandık istasyona.

Deepnote: Resimler on numera kardeşim...
Unutmadan tavla oynamadan dönmedik, sonucu sormayın :)

Hayata dair kısa öyküler #2


Genç Macar sanatçı Arpad Sebesy multi milyoner Elmer Kelen'in portresini yapmak için görevlendirilmişti. Görev özellikle zordu, çünkü Kelen sadece üç kısa poz vermeye razı olmuştu. Sonuçta, Sebesy portrenin çoğunu ezberden yapmak zorunda kalmıştı. Kısıtlamalar rağmen, Sebesy portrenin Kelen'e yeterince benzediği görüşündeydi. Ancak, Kelen aynı fikirde değildi. Kibirli milyoner resmin kendisine benzemediğini öne sürerek portrenin parasını ödemeyi reddetti. Genç ressam resmini yapabilmek için saatlerce titizlikle çalışmıştı, ve birdenbire bunu gösterecek hiçbir şeyi olmadığını fark etti.
Milyoner stüdyodan ayrılırken, sanatçı bir ricada bulundu, “Portreyi size benzemediği için reddettiğinizi belirten bir mektup yazabilir misiniz?”
Kelen bu kadar kolay kurtulduğuna sevinerek razı oldu. Aylar sonra, Macar Sanatçıları Derneği, Budapeşte Güzel Sanatlar Galerisinde sergi açtı. Kelen'in telefonu çalmaya başladı. Biraz sonra galeriye geldiğinde Sebesy'in yaptığı portresinin üzerinde “Bir hırsızın portresi” etikiteyle teşhir edildiğini gördü. Mağrur milyoner resmin indirilmesini istedi. Müdür reddedince, Kelen resmin kendisini topluma alay konusu edeceği için dava açmakla tehtid etti. Bunun üzerine müdür Kelen'in resmin kendisine benzemediği için almayı reddettiğini belirten imzalı mektubunu çıkarttı.
Milyoner, artık resmin parasını ödeyip almaktan başka çare kalmadığını anlamıştı.
Genç sanatçı sadece son gülen olarak kalmamış, aynı zamanda güçlüğü karlı bir alışverişe döndürmüştü. Çünkü milyoner resmi almaya kalktığında fiyatın eskisinden on kat daha fazla olduğunu görmüştü.
Gördüğünüz gibi, güçlüklere teslim olmayı kabul etmemişti. Bunun yerine öfke ve acıya teslim olmaktansa yaratıcı ve yararlı bir kapı açacak bir yol düşündü.
Kısaca ressam değerli bir prensip keşfetmişti. Yeni fırsatlar bizi genellikle sıkıntılı anlarda ziyaret eder, ama bir kapı kapanırsa, başka bir kapı açılır.

Dr. Charles C. Lever
Duvarı aşamıyorsan bir kapı aç...

Tekel işçilerini C4 ile havaya uçurmak



Yaklaşık 2 aydır Tekel işçileri ile hükümet arasında ki 4C gerginliği aldı başını gidiyor. Hatta hükümet bu haklı direnişin yönünü değiştirmek için hayal ürünü sözler ortaya atıp, insanları caydırmak, haksız duruma düşürmek için çabalıyor. Peki Tekel işçilerinin şiddetle karşı çıktığı 4C nedir?
Öğrenin, duyarsız kalmayın!
Sonuna kadar yanınızdayız...



4C Nedir?

657 Sayılı Devlet Memurları Kanunu'na göre, memurlar ile sözleşmeli ve geçici personeller; A, B, C fıkralarıyla tanımlanıyor.

C fıkrası, özelleştirmelerden dolayı başka kamu kurum ve kuruluşlarına yerleştirilecek geçici personelleri kapsıyor. C statüsünü tanımlayan ilk koşul bir yıldan az süreli veya mevsimlik hizmet olması. İşte bu şekilde çalışanlara 4-C'li deniyor.

Peki TEKEL işçileri için bu uygulama ne anlama geliyor?

Bu maddeye göre bir işçi en çok 10 ay çalışabiliyor. Bu süre 4 aya kadar inebiliyor. Geçici personellere, tahsil dereceleri dikkate alınarak belirlenecek brüt aylık ücretler ödeniyor.

Özelleştirilen işyerlerindeki pek çok işçi, 4-C kapsamına da alınmadı. İşsiz kalan işçi sayısı on binlerle ifade ediliyor.

Hizmet sözleşmesi feshedilen işçilere; kıdem ya da ihbar tazminatı da ödenmiyor.

CnnTürk

4-C uygulaması özelleştirmeler nedeniyle işsiz kalacak işçilerle ile ilgili olarak, sus payı olarak, gündeme getirildi. 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu’nun 4’üncü maddesinin (c) fıkrası ile 03.05.2004 tarihinde yürürlüğe konulan “Özelleştirme Uygulamaları Sonucunda İşsiz Kalan ve Bilahare İşsiz Kalacak Olan İşçilerin Diğer Kamu Kurum ve Kuruluşlarında Geçici Personel Statüsünde İstihdam Edilmelerine İlişkin Esaslar”a göre, Bakanlar Kurulu tarafından 14.02.2005 tarihinde kararlaştırıldı.
Bu karara göre, istihdam edilecek geçici personele, tahsil dereceleri dikkate alınarak belirlenecek brüt aylık ücretler ödenecek. Bu ücret dışında herhangi bir ad altında ücret ödenmez ve sözleşmelerine bu yönde hüküm konulamaz. Ayrıca bu ücretler kanunda üst sınır olarak belirlenmiştir, asıl ücret gidecekleri kurumlarca ayrıca belirlenir.
Çalışma saatlerinde devlet memurları için tespit edilen çalışma saat ve süreleri dikkate alınır, ancak, geçici personel kendisine verilen görevleri çalışma saatlerine bağlı kalmaksızın sonuçlandırmak zorundadır. Normal çalışma saatleri dışında veya tatil günlerinde yapacağı çalışmalar karşılığında herhangi bir ek ücret ödenmez.
Geçici personel, istihdam edildiği sürece dışarıda kazanç getirici başka bir iş yapamaz.
Çalıştıkları her ay için azami 1 gün ücretli izin verilebilir.
Geçici personelin hizmet sözleşmesinin feshinde, ihbar, kıdem veya sair adlar altında herhangi bir tazminat ödenmez.
Geçici personelin tip sözleşme örneklerinin Maliye Bakanlığı’na vize ettirilmesi zorunludur.
Vize işlemi yapılmadan sözleşme yapılamaz ve herhangi bir ödemede bulunulamaz.

Evrensel.Net

Birdman of Alcatraz [1962]



40-80 yılları arasında çevrilmiş olan beğendiğim filmleri tanıtmaya devam ediyorum. Belki de ilerki günlerde daha yakın tarihli filmlerede yer veririm, bilemiyorum! Şimdi tanıtamaya çalışacağım film ise 1962 amerikan yapımı olan “Birdman of Alcatraz”. Filmin başrollerinde Robert Franklin Stroud rolüyle Burt Lancaster, hapishane müdürü Harvey Shoemaker rolüyle Karl Malden yer alıyor. Burada ismi geçen kişilerin kesinlikle hayal ürünü olmadığınıda dile getirelim. Filmin ana karakteri olan Robert Franklin Stroud için neden bir sinema filmi çekilmeye ihtiyaç duyulduğu muhakkak aklınıza takılmıştır. Birçok kişi bu ismi duymamıştır, ki bende duymadım. Mesela bunun nedeni veteriner olmamamız olabilir. Şimdi diyeceksiniz ki “bir mahkum ile veterinerliğin ne alakası var?” İşte Robert Franklin Stroud 'un (1890-1963) farkı ve onun hayatını neden filme aldıkları burada ortaya çıkıyor. Aslına bakarsanız eğer ana karakterimiz bir veteriner olmamasına rağmen birçok kuş hastalığına tedaviler bulmuş ve bunları makaleler hazırlayarak yayımlamıştır. Bu başarısından dolayı ise “birdman” lakabıyla anılmaktadır. Stroud'u tanımak açısından karakterinden de bir iki kelimeyle bahsetsek sanırım fena olmaz. Mahkumumuz gayet dik başlı, dürüst, azimli, eğilip bükülmeyen, düz bir insan. Bu yazdıklarımı kanıtları dökmek için ise filmden bir bölümü buraya eklemekte yarar var.



RFS - Beni duyabiliyor musun, Müdür Bey?

Harvey, ben Bob Stroud.

HS - Seni duyuyorum, Stroud.

RFS - Seyret.
D blokta artık hiç silah kalmadı.
Askerleri durdurabilirsin, Harvey.
Burası Iwo Jima değil.

HS - Ya Logue ve Burns?

RFS - Öldüler.
Tabii, bizi öldürmek istiyorsan eğer,
küçük bir atom bombası atabilirsin.

HS - Orada hiç silah olmadığını
nereden bileceğim?

RFS - Çünkü sana ben söylüyorum.

HS - Sanırım artık D bloğa tehlikesizce
girebiliriz. Ateş etmek yok.

Asker - Efendim, bir mahkûmun sözlerine mi
inanacaksınız?

HS - Bu mahkûm 35 yıl boyunca
başımın belası oldu.
Ama şunu kabul etmem lazım:
Bana hiç yalan söylemedi.

Artık filmin konusuna geçmek iyi olacak sanırım. Stroud sevdiği kadını döven bir adamı öldürmekden 12 yıla mahkum olur. Bu hayatını etkileleyecek bir hatadır, ama daha büyük hatayı ilerki yıllarda bir gardiyanı öldürerek yapar. Öldürme nedeni ise gayet basit ve ilginçtir. Stroud'un annesi Elizabeth Stroud (Thelma Ritter) uzun bir yolculuğun ardından hapishaneye oğlunu görmeye gelmiş olmasına rağmen haftasonu görüş olmadığından içeriye sokulmamıştır. Stroud hücresine geldiğinde masasında bir adet meyve sepeti görür ve annesinin geldiğini anlayarak baş gardiyana neden içeri alınmadığını sorup yakasına yapışır. Hapishane kuralları gereğince mahkumlar hiçbir şekilde gardiyanlara bu şekilde davranamaz ve cezalandırılır. Stroud'un cezası ise annesini görememek olacaktır. Hatasının farkına varan Stroud yemekhanede baş gardiyanın yanına yaklaşarak bu olayı raporlamamasını, annesinin çok uzun yoldan geldiğini söyleyerek vazgeçirmek istesede gardiyan geri adım atmaz, üstüne copunu kaldırıp vurmak ister. Stroud elini tutar ve sakladığı bıçağı çıkartıp saplar. Bu hatanın cezası ise diğeri gibi hafif olmayacaktır. Ana karakterimiz kısa bir süre sonra yapılan mahkemede ölüm cezasına çarptırılır, infaz edilene kadar ise insanlardan soyutlanmış bir hücrede tutulma cezası verilir. Bu olay Stroud'un hayatında bir son değil yeni bir başlangıç demek olacaktır.
Elizabeth Stroud nüfuslu bir kadındır, bu nüfusunu kullanarakda oğlunun ölüm cezasını iptal etmek için zamanın amerikan başkanın eşine kadar çıkarak affını sağlar, cezasını ise ömür boyu hapise çevirtmeyi başarır.
Yağmurlu günlerden birinde Stroud avluda volta atarken içeriye uzanan bir dal kırılıp bir yavru serçe ile beraber yere düşer. Artık Stroud'un yeni bir dostu, zaman geçirecek bir uğraşı, bilmeden adını tarihe yazdırmak için bir fırsatı vardır.

Kuşlar ile yaptığı çalışmalar 30 yıl mahkum yattığı Kansas Leavenworth Federal hapishane'de yapmış olup, 1942 yılında Alcatraz'a transfer edilmiştir.
Filmin çevrildiği sıralarda Stroud'un mahkum hayatına devam ettiğinide bir not olarak kenara düşelim.

Değişik bir karakter, farklı bir yaşam öyküsü, azim, pes etmeme gibi özelliklerin öne çıktığı güzel anlatılmış, hoş bir sinema filmi. İzlemenizi tavsiye ederim.

İyi seyirler...


Burt Lancaster ... Robert Franklin Stroud
Karl Malden ... Harvey Shoemaker
Thelma Ritter ... Elizabeth Stroud
Neville Brand ... Bull Ransom
Betty Field ... Stella Johnson
Telly Savalas ... Feto Gomez
Edmond O'Brien ... Thomas E. 'Tom' Gaddis
Hugh Marlowe ... Roy Comstock
Whit Bissell ... Dr. Ellis
Crahan Denton ... Kramer
James Westerfield ... Jess Younger

Tiyatro - İnek



Oyunun ismine baktığınızda içinizde bir şüphe oluşmuş olabilir ki aynı şüpheye bende düşmedim desem yalan olur. Ama oyunun konusunu ve en önemlisi yazar kısmında Nazım Hikmet ismini gördüğünüzde oyunu izlemek için içinizde ayrı bir heves uyanıyor, bütün şüphelerinizden arınıyorsunuz. Ha Nazım Hikmet'in yazdığı bir oyun olmasada ben şahsım adına yine gider, oyun için aynı düşüncelere ve eleştiriye burada yer verirdim. Ayrıca isimlerden dolayı oyuna artı bir puan verecek değilim bunuda buradan belirteyim. Oyun genel anlamda pek eğlenceli sayılmaz, aksine ağır. Son 15-20 dk kadar da bu ağırlık, sıkıcı tavrı devam ediyor. Hani oyunun ismi inek ya, evet oyunda bir inek var ve konuda onun üzerinden insanların umutlarını, hayallerini, saplantılarını vb gibi hislerini, davranışlarını ele alıyor. Oyun için ne hissettiniz derseniz, şuan bile ne düşüneceğimi tam olarak bilemiyorum. İyi midir kötü müdür tam anlamıyla çözemedim. Garip! Oyunumuz yaklaşık 2 saatlik bir zaman diliminde iki perdeden ve 6 kişilik bir oyuncu kadrosuyla sahneleniyor. Her oyunda bir favori karakterim olduğu gibi bu oyunda da yine var. Çocuk rolünü oynayan arkadaşı ayrı bir şekilde alkışlıyorum. Birazda konusundan bahsetsek iyi olacak sanırım, yoksa kaçacak gibi duruyorsunuz! Geçim sıkıntısı içinde yaşayan anne, abla, erkek kardeşden oluşan bir ailemiz var. Ailede bulunan erkek çocuğumuzun dersleri pek iç açıcı sayılmaz, bunun üzerine annesi ve ablası bir öğretmen tutarak bu soruna bir çözüm bulabileceklerini düşünürler, ama ortada başka bir sorun vardır, öğretmene ders ücretlerini nasıl ödeyeceklerdir? Aile fertleri kafa kafaya verip ellerinde olan değerli eşyaları satarak semtte bulunan diğer insanlar gibi bir inek alıp, sütünden yararlanmaya karar verirler. Hem bu sayede çocuğun ders ücretini ödeyebilecekler hemde ileride eve ek bir katkı sağlamış olacaklardır, bu düşüncelerini de hızla işleme koyuverirler. Bir hevesle, umutla başlayan inek macerası ilerki günlerde bir saplantıya, değer verdikleri insanlardan, sevdikleri hobilerden, işlerden uzaklaşmaya neden olur, bu da karakterlerimizde rahatsızlık uyandırır. Ama bir türlü bu hislerini,rahatsızlıklarını birbirlerine açıklayamazlar. Psikolojik, garip bir oyun diye nitelendirebilirim sanırım, aslında nasıl nitelendireceğimi de bilmiyorum ya, çözemedim. Herneyse, oyunun konusu genel anlamda bu havada geçiyor, yani yazının başında da dediğim gibi ağır bir oyun. Tiyatro sever bir insansanız gidiniz, ama çok büyük beklentilere de girmeyiniz.

İyi seyirler...



Yazan : NAZIM HİKMET RAN
Yöneten : MEHMET AVDAN
Dramaturgi : DİLEK TEKİNTAŞ
Sahne Tasarımı : MEHMET AVDAN
Işık Tasarımı : VAHIT GEYİK
Kostüm Tasarımı : MEHMET AVDAN
Efekt : METİN TAŞKIRAN
Yönetmen Yardımcısı : BERNA OĞUZUTKU DEMİRER
Süre : 2 SAAT

OYUNCULAR
BERNA OĞUZUTKU DEMIRER, CAN ERTUĞRUL, CEM URAS, IŞIL ZEYNEP TANGÖR, OZAN GÖZEL, ZAFER KIRŞAN

%Rey indirimli!



Tekrar güneş doğana kadar bize eyvallah!