para, destek, amatör branş


"Sponsorluk çerçevesinde Tekerlekli Sandalye Basketbol Takımımız'ın tüm idari, teknik kadrosu ile sporcularımızın tüm ücretleri, müsabaka, kupa ve şampiyonluk primleri, ulusal ve uluslararası müsabakalar ile kamplarının konaklama ve seyahat giderleri Gökhan Orhun tarafından karşılanacak. Sözleşme 2011 yılının 6. ayında sona erecek." Bjk.com

Uzun zaman önce yapılması gereken ama bir türlü gerçekleştirilmeyen sorunun çözümü için atılan ilk adım umut verici. Bu tür yapılan sponsorluk anlaşmalarıyla gelen paralar oyuncuların, teknik heyetin hesaplarına taahhüt edilen zamanlar içerinde geçirildiği taktirde hem kulüp maddi bir külfetten kurtarılmış hemde branşlarda ki sporcular maddi sıkıntı yaşamamış olacak. Bu yapı iyi bir şekilde işletilirse eğer yukarıda yazdığım bir kaç faktörün yanına oyuncuların saha performanslarının artması, disiplinsizliklerin önüne geçilmesi gibi psikolojik artıların da ekleneceğini düşünüyorum. "Bu yapı iyi işletilmesi" şeklinde başlayan kısım bu durumda çok önemli bir yer teşkil ediyor ki geçmiş zamanlarda bu tür anlaşmalar yapılmış olmasına rağmen kaynaklar futbol takımına aktarılmış ve diğer branşlar yine mağdur edilmişti. Umarız yönetim doğru attığı attığı adımın devamını da getiride herkes rahat eder.

tarafyönetdesteknot: Bundan sonrası yapılması gereken yönetimin ve taraftarın bu insanlara yanlarında olduklarını göstermek için gerek salon, gerekse diğer organizyonlar da desteklerini esirgememeleri...

darısıbaşınota: Darısı diğer amatör branşlarımızında başına...

yazarsallarbot: Umarım kolpadan sallamıyorsundır dayı.

Başkanın meteciği

Mete Düren (haber1903.com);

`` Buna tepki gösteren taraftarlardan kaç tanesi Hentbol takımı maçını seyretmiş.Tepki vermek kolay.

İnsan bir şeyi eleştirirken bir aynaya bakacak arkadaş, sormak lazım Mete efendiye sen kaç maça gittin koskoca sezondur. Bu seneyi bıraktım bir kenara, ömrün boyunca kaç defa geldin amatör branşların maçlarına? Tamam taraftar hatalı da sen yönetici olarak ne yaptın?

Kupa alınmasıyla birlikte Hentbolcu oyunculara jest olsun onare edilsin diye düzenleme planlandı.Çok spontane ve ani gelişen bir olaydı.Tribüne yoğun ilgi olduğu için törenden sonra oradan tribüne ulaşabilcekleri en kolay yer olan Eski Açıkta oturup maçı seyretmişler.

Diyor ki beyefendi; biz böyle birşey planlamadık. Özürün ayıbından büyük be arkadaş!

Kendi sporcularımıza arzu ettikleri zaman maçı izlemesi için bir yer yeni yapılacak stadımızda düşünüyoruz.``

Şu anlık izleyemezler mi diyorsunuz yani? 3 senedir stad diyip duruyorsunuz maketten başka birşey görmedik. Yapıp, yapmamanız umurumuzda mı? Değil. Siz şu kulübü adam gibi yönetin yeter. Ama nerede aynı tas aynı, aynı hamam... Şu stad lafını da ağzınıza amma sakız ettiniz, yeter be!

Sinirkattnote: Başınızda bulunan adam ne ki siz ne olasınız...

Tencere taraftar, kapak yönetim

Her seferinde dile getiriyorum, getireceğimde. Lafa gelince yönetime giydirmek için diğer branşlarda ki başarısızlıkları, alamadıkları ücreti dolayanların şu güne kadar bu branşlara ne destek verdiklerini merak ediyorum. Ayıp be! Akşama maç var, Şeref Bey 30 bin kişi ile dolacak ama 10-15 dakikalık mesafede ki Süleyman Seba salonu dolmuyor. Bırakın dolmasını hatırı sayılır bir sayıya ulaşsa gam yemeyeceğim. Hani dolmasından da vazgeçtim kaç kişinin salonda engelli sporcularımızın maçından haberi var. Gidip sağda solda yiyip, içip, kusmak sağa sola ana avrat küfür etmek daha kolay değil mi? Her seferinde dünyanın en iyi taraftarlarından olduğunu söyleyenlerin ufacık bir salonun doldurulamamasını nasıl açıklayabilecekler. Hep laf, hep laf...

Beşiktaş JK:74 - Kardemir Karabükspor:84

Maçvarinot:
* Salonda her zamanki gibi 10-15 tanıdık Beşiktaşlı taraftar, bir o kadarda Karabük'lü taraftar vardı.
* Giriş her zaman ki gibi bedavaydı.
* Maç Rahmetli Özhan Canaydın için yapılan saygı duruşuyla başladı.
* İlk periyotda başabaşa geçen maç ilerleyen dakikalarda aleyhimize dönmeye başladı.
* 2. periyot: rakibin atış yüzdesinin yüksek olması, bizim ise basit atışları bile kaçırmamız 6 sayılık bir farka neden oldu.
* 3. periyot: rakibin maçı kazanacağına inanamasıyla direnci dahada arttı. Biz ise geride olmanın verdiği telaşla hücum ve savunmada büyük hatalar yapmaya başladık. Bu da farkın 9 sayıya çıkmasını sağladı.
* 4. Periyot: takım üzerinde ki baskı iyice artınca rakip çok kolay sayılar bulmaya başladı, biz ise ne yaptığımızdan habersiz şekilde oynamaya başladık. İlerleyen dakikalarda fark 13 sayı civarına çıktı ve maçı 84-74 kaybettik.

spoordeepnote: Mesele kazanıp, kaybetmek değil. Mesele insanların bu sporculara değer verdiklerini göstermeleri.

Taraftaryönetemeyennot: Yönetim, şampiyon olan hentbol takımını İzmir'den otobüsle getirir, futbol maçını eski açıkta bir köşede izlettirir. Taraftar yanıbaşında ki salona gidip takımına destek vermez. Tencere, kapak misali(!)...

Eyvah Eyvah [2010]

Sinemaya giderken herhangi bir beklenti içinde olmamam filmden çok daha fazla keyif almamı sağladı ki bir beklenti içerisinde olsaydım dahi bu tür komedileri seven ben yine aynı hazı alırdım. Film genel olarak sizi yerden yere vuracak tarzda bir komedi değil ama vaktin nasıl geçtiğini size hissettirmeyen, eğlenceli, keyifli bir film. Bu film için farklı yorumlar duyabilirsiniz, aldırmayın! Bundan önce Cem Yılmaz'ın Hokkabaz'ını, Mazhar Alanson ve Güven Kıraç'ın Kirpi'sini izleyip hoşnut kaldıysanız eğer bu filmden de aynı duygularla ayrılacağınızı garanti ederim.
Türkiye'de küfürün hayatın bir parçası ve cinselliğe karşı aç bir toplum olduğumuzu düşünürsek eğer bu zaaflardan yararlanan sinema sektörü bunun üzerine çok fazla film çevirdi, çevirmeye de devam ediyor ama bu filmde birkaç sahne haricinde küfür ve cinsel içerikli espiriler bulamıyorsunuz. Bu açıdan bakıldığı zaman bile filmin kalitesi diğerlerinin yanında bir adım önde, bunun yanısıra Çanakkale Geyikli şivesinin kullanılması, kanımızı kaynatan klarnetin kullanılması insana ayrı bir zevk veriyor. Ayrıca sözleri, konuyu bir kenara bırakacak olursak eğer bazı sahnelerde oyuncuların mimiklerinin bile sizi güldürmeye yettiğini söylemeliyim ki fragmanını izlerseniz eğer bu tür birkaç sahneye denk gelebilirsiniz. Ayrıca kendi adıma önemli bir nokta da oyuncuların müzik aletlerini çalmak için özel olarak ders almış olmaları.

Kısacakondu...
Hüseyin Badem hayatını arkadaşlarıyla beraber müzik yaparak kazanmakta dedesi ve ninesi ile yaşamaktadır. Annesi yakın zamanda ölen Hüseyin, babasını hiç görmemiş ve küçük yaşta öldüğünü sanmaktadır. Bir gün ninesinin sakladığı sandıktan annesine babası tarafından yazılan mektupları bulduğunda şaşırır, babasının yaşayabileceğini düşünerekden İstanbul'a doğru yola çıkar.

Film Hüseyin'in İstanbul'da babasını araması üzerine kurulu olsa da senaryonun içerisinde başka bir konu daha bulunmakta, zaten final sahnesinde de filmin bir devamı geleceğinin ve bu konu üzerine gidileceği fikrine anlıyorsunuz.

Yazanfikrinot: Yazının başında da dediğim gibi hoş, eğlenceli, keyifli vakit geçirmek istiyorsanız eğer biçilmiş kaftan...

Beşiktaş JK: 3 Ankaragücü: 0


Maçtan Notlar

* Etrafta tek bir Ankaragüçlü taraftar olmamasına rağmen bir otobüs dolusu çevik kuvvet ve salonda bir o kadar sivil polis bulundurarak bizim güvenliğimizi sağlayan emniyet güçlerine teşekkürü bir borç bilirim. Nedense Ankara'da ki polisler böyle durumlarda ortada gözükmez. :)

* Maçtan önce rakip oyuncuların Beşiktaş oyuncularına 107. yıl vesilesiyle verdikleri kırmızı karanfiller günün en güzel taraflarından biriydi. Spor bu olsa gerek...

* Şu güzel günde dolaşmak, eğlenmek yerine salona gelip takımına destek veren 100 civarında ki taraftarı alkışlamak, ayrıca tek tek tebrik etmek lazım,ayrıca lafa gelince branşlarda ki başarısızlığı diline dolayanların nerede olduklarını ise sormak gerekir.

* Maçın başından itibaren rakip oyuncuların konsantrasyonunu bozmak için elinden geleni yapan zaman zaman bizi güldüren, zaman zaman ise başımızı şişiren o çatlak herife teşekkürler... "Nihannnnnn". Arkadaş sende nasıl bir gırtlak var, iki dakika sus yahu!


* İlgisizliği, parayı dert etmeden sonuna kadar mücadele eden kızlarımıza alkış, teşekkür, minnet borçluyuz.

* Maçı 25-16, 25-17 ve 27-25'lik skorlarla net bir şekilde kazanarak ilk 5'te ki şansımızı neredeyse garantilemiş olduk. İnşallah seneye Avrupa kupalarında ülkemizi temsil edeceğiz...

Mustafa Denizli

Yaş ilerledikçe insan biraz daha huzur, hayata daha pozitif yönden bakmak istiyor ki bu bağlamda artık fanatik taraftar profilinden çıkıp biraz seyirci tarafında olmak hem sinir sistemime hemde bünyeme iyi geleceğini düşünüyorum. Aksi taktirde kafamda kalan saçlarım ya biraz daha dökülecek ya da geri kalan kısmı beyazlamaya devam edecek. Onun için biraz polyanacılık oynamakta yarar var.
Şu güne kadar Mustafa Denizli'yi en çok eleştiren kişilerden biri olarak artık yoruldum, vazgeçtim. Vazgeçmesem ne fayda? Mustafa Denizli bildiğini okumaya, o berbat futbolu oynatmaya devam edecek. Onun için bu yazıda eleştiri yapmak yerine olumlu yönlerini maddeler halinde sıralamayı uygun gördüm. Hadi başlayalım...

* Ertuğrul Sağlam faciasından sonra Mustafa Denizli camiaya ilaç gibi geldiğini söylemek gerek. Şimdi Ertuğrul Sağlam deyince “ne faciası arkadaş?” dediğinizi duyar gibiyim. Taraftarın birçoğunun adam gibi adam dediği E.S'ın omurgasız birisi olduğunu düşünenlerdenim ki buna birçok örnek de verebilirim. Şimdilik bu konuya girmeyelim, dallandırıp budaklandırmayalım. MD göreve başladığından bugüne kadar olan süreç içerisinde yönetimi ve zihniyetini işine karıştırmamayı, karışmak isteyenlere de kendince tavırlar koyarak saf dışı bırakmayı başardı.

* Kokuşmuş basın üzerinde kendinden emin, soğukkanlı, mütevazi, bazen alaycı tavırlarıyla psikolojik olarak ezerek başkalarına yapılan terbiyesizliklerin kendisine yapılmasına asla müsamaha göstermeyeceğini belli etti. Düşünün ki Tigana'ya “babanız yaşıyor mu?” diye soru sorabilen insanları muma çevirdi.

* Ne kadar berbat futbol oynatırsa oynatsın bir şekilde o durumdan takımı çıkarmayı başardı ki bunu yaparken liderlik vasfını, insan psikolojisinden ne kadar anladığını ortaya koydu. İddia ediyorum ki bunu yapabilecek çok fazla td bulamazsınız.

* Tramva geçirmiş bir camiayı o durumdan çıkartıp kendine ve takıma inandırarak umutlarını hep taze tutmasını sağladı.

* Kendinden emin söylemleriyle, rahat tavırlarıyla rakiplerin üzerinde hep bir baskı unsuru oluşturdu ve bundan fazlasıyla da yararlanmasını bildi.

O berbat futbol düşüncesini bir kenara bırakırsak eğer son 10 yıl içerisinde gerek karakteriyle, gerekse davranışlarıyla bu camia da görev alan istisna insanlardan birisi olduğunu kabul etmek gerek. Beşiktaşlı duruşu filan diyerek dillere dolanıp, içi boşaltılan bu olguyu tekrar hayata geçirdiği için kendi adıma mutluyum. O lakabının futbol açısından olmasa da karakter açısından sana ne kadar yakıştığını düşününce şimdi daha iyi anlıyorum.
Allah var kıskanıyorum seni!

İyi ki varsın be Büyük Mustafa...

Yakarış - Fuzûlî


Yâ Rab hemîşe lûtfunu kıl reh-nümâ bana
Gösterme ol tarîki ki yetmez sana bana

Kat' eyle âşinâlığım andan ki gayrdır
Ancak öz âşinâların et âşinâ bana

Bir yerde sâbit et kadem-i i'tibârımı
Kim rehber-i şeri'at ola muktedâ bana

Yok bende bir amel sana şâyeste âh eger
Â'mâlime göre vere adlin cezâ bana

Havf ü hatâda muztaribim vâr ümîd kim
Lûtfun vere beşâret-i afv-i hatâ bana

Ben bilmezsem bana gereğim sen Hakîm'sin
Men' eyle verme her ne gerekmez bana bana

Habs-i hevâda koyma Fuzûlî-sıfât esîr
Yâ Rab hidâyet eyle tarîk-i fenâ bana


Notttte: Şahane Gazeller 1 - Fuzûlî
İskender Pala

diğer noteeee: Gazelini türkçesini merak ettiyseniz eğer gidip kitabı alın efendim(!), benden bu kadar...

Pasqualino Settebellezze [1975]


Amerikan sinemasının kısır döngüsünden, insan yoksunu temalarından sıkıldıkça kendimi uzakdoğu, Latin Amerika ve Avrupa sinemalarına atıyorum, iyi de ediyorum. Bu sayede daha özgün, hayatın gerçeklerinin iç içe olduğu yapıtlar ile karşılaşarak hayata olan bakışımı ve sinema hakkında olan düşüncelerimi daha farklı bir boyuta taşıyorum. “Sinema ile hayata olan bakış mı değişir?” demeyin. Özellikle bu konuda Latin Amerika filmleri biçilmiş kaftan. Mesela Garage Olimpo, El Violin gibi filmleri bunlara örnek gösterebilirim.
Yine kendine özgü filmler üreten başka bir yer ise uzakdoğu. Takdire şayan bir gelişime içerisinde olan uzakdoğu sinemasında çok özgün konular ile karşılaşabiliyorsunuz. Hatta birçok sefer amerikan sinema sektörünün bu filmleri apartıp kendilerince yorumladıklarına şahit olduk. Buna örnek ise Hong kong yapımı harika bir üçleme olan “Infernal Affairs”. Tabiki amerikalılar bu güzel filminde içine edip, daha sonrada sıvazlayarak kopyasına oscar verdiler.
Takip edilmesi gereken başka bir kıta ise Avrupa. Son yıllara bakarsak eğer özgün konular ile hâlâ karşılaşıyor olsak da amerikan vari filmlerlede yer verildiğini görebiliriz. Bu kadar olsun diyerek tanıtmak istediğim filme doğru yol alayım. 1975 İtalyan yapımı olan filmin yönetmen koltuğunda Lina Wertmüller otururken başrolünde Pasqualino Frafuso rolüyle Giancarlo Giannini bulunmakta. Zamanında iki dalda oscar'a aday gösterilen film ilginç ve bir o kadarda özgün konusuyla dikkat çekiyor. Bu yanıyla insanı cezbetse de biraz sıkıcı olduğunu söylemeliyim. Sıkıcı dedik diye sıkıldığım anlamanı çıkartmayın, sıkılacaklar için şimdiden bir önlem almak gerektiğini düşündüğümden böyle bir ifade kullandığımı belirtmek isterim ki daha sonra “efendim ne kadar sıkıcı film, tanıta tanıta bunu mu tanıttın” demeyin. Film iki İtalyan askerin almanlar tarafından sevk edildikleri trenden kaçmalarıyla başlıyor ve yakalanmalarıyla devam ediyor. Pasqualino üzerinden şekillenen film karakterimizin esir olarak tutulduğu kampta ve 2. dünya savaşına kadar olan süreçte yaşadıklarını zaman zaman geriye dönüşlerle dram, savaş, politika ile harmanlayarak biraz espirili bir dilde anlatıyor.

Kıssaaca Konu:
Pasqualino Napoli'de yaşayan bir ailenin tek erkek çocuğudur. Yedi kızkardeşe sahip olan kahramanımız yakışıklı olmasa da kadınları cezbetmekte üstüne -sanki ben- yoktur. Kız kardeşlerinden birisinin evlilik vaadiyle kandırılıp geneleve satıldığını öğrendiğinde deliye döner. Namusuna sürülen bu lekeyi temizlemenin tek yolu ise bunu yapan adamı öldürmektir - Bir yerlerden hatırladınız mı?- . Bir gece adamın evine pencereden girerek silahla adamı öldürür, parçalara böler ve 3 bavul yaparak İtalya'nın üç farklı bölgesine postalar. Yakalanmayacağından emin olan kahramanımız kız kardeşinin ihbarıyla neye uğradığını şaşırır. İlk sorgulamada yapılan suçlamayı onur, gurur kavramlarını öne sürerek kabul eden kahramanımız işin ucunda ölümün olduğunu öğrendiğinde avukatının vermiş olduğu öneriyle deli ayağına yatarak ölüm cezasından kurtulur ama verilen ceza ölümden daha zor ve acıdır...

Önemli not: Bence filmin akılda kalıcı ve en önemli noktası İtalya'da ki siyasi düzeni eleştirmedir. Bunların en başında ise dün, bugün belkide yarında yaşanacak olan düşünce özgürlüğüne yapılan muameledir.
diğer not: 2. Dünya savaşına farklı bir bakış açısı...

Çelebi misali


Çelebi misali yine düştük yollara... Bu sefer ki istikamet Karaburun. Yol uzun, meşakatli, hava yine bozuk. Meteroloji ne kadarda hava açık, sıcak demiş olsa da karadeniz sahilinin bu yorumu pek önemsemediğini daha sonraları anlıyoruz. Yolculuk Üsküdar'da başlıyor Edirnekapı-Rami-Karaburun güzergahı derken üç saati aşkın bir süre devam ediyor. Uzun yolculukların yorucu olmasından dolayı hep bana zor gelmiştir. Ne yaparsın ki yeni yer görme, fotoğraf çekme sevdası ağır basıyor. Uzun yolculuğun devamında Karaburun tabelası gözükmesiyle “oh sonunda geldik” diyoruz, içimizde bir rahatlama, midemizde bir gurultu. Sahil kesiminde yol çalışması, geçen sene yapılan yollar çökmüş. Çöken yolları yapan yine aynı mütahit. Bu bilgiyi ise bize veren tesadüf eseri gördüğümüz abilerimizden birisinin babası. Eşi vefat ettikten sonra yerleşmiş buralara, tek başına, yetiyor kendine. Biraz bacakları ağırıyor ama eski toprak hâlâ dimdik. İniyoruz otobüsten, alabildiğince kumsal. Kulağa gelen dalga, martı sesleri dışında etraf sessiz, boş... Mideden gelen gurultu şiddetini dahada arttırıyor. Bakınıyoruz... Aha yokuş aşağı gelen bir adam, durduruyoruz.

- “Hocam kahvaltı yapılacak bir yer var mı? Otel motel gibi bir şey.”
- Biraz düşünmeden sonra
- “Bir iki kilometre ötede otel motel var, ama uzak. Buralarda da yok.”
- “Eyvallah!”

Sahil kesiminden umudumuzu keserek istikameti adamın geldiği yola çeviriyoruz. Beş metre bilemedim on metre ötede dev gibi bir tabela, bilmem ne moteli. Adam yaşadığı yerden habersiz. Kahvaltı 20 TL. Ne gerek var? Yola devam... Yokuş bitiyor, bir fırın yanında kırathane. İki simit, iki poğaça. Bakkaldan gazete, kırathanede demli çay. Tam bize göre. Kırathaneye yollanıyoruz, kamyonun üstünde bir adam. Bağırıyor:

- “açız aç, çekin.”
- “Bizde açız.”
- “Gazeteci misiniz?”
- “Yok be hocam!”

Yüzlerde tebessüm! Zaten bizide akıllı adam bulmaz ki. Kendimizce bir kahvaltı yapıp tekrar yola düşüyoruz. Nereye gidelim? Yol nereye giderse, kısmet. Kısa bir mesafe yürüyüşten sonra dayıya denk geliyoruz. O da biz de tanıdık bir yüzü görmenin heyecanıyla seviniyoruz. Dayı camiye gidiyormuş, biraz ayaküstü sohbet ettikten sonra ayrılıyoruz. Dayı evine davet etmeyi de unutmuyor. Türk insanı!

Sahil alabildiğince uzun, dalga kıranlar, balıkçı tekneleri, sarp kayalıklar. Denizin ucu bucağı gözükmüyor. Hele bir de Karaburnu yüksekten izlemek ayrı bir zevk, birde hava güzel olsa! Karaburnu'nun en yüksek yerinde bir fener, yakınlarında askeri bir karakol. Bu ülkede nedense hep askeriye en güzel yerleri parsellemiş. Zaten ya zengine yar olur böyle yerler ya da askere. Öğlen saatleri tekneler balıkçılar ile dolu. Sahil de martılar gruplar halinde, bir köşede yalnız bir balıkçı. El yordamıyla tekneyi onarıyor, usta olduğu her halinden belli. Bu görüntüler dostumun objektifine takılıyor, tabiki bir de ben. Bir orası bir burası derken verdiğimiz sözü tutmak, birazda nefes almak için dayının evine yollanıyoruz ama bulmak gerek, sormak gerek. Biraz aramadan sonra dayıyı kapının önünde bizi beklerken buluyoruz. Hoş bir karşılama, çayı demlemiş, sohbet etmek için sabırsızlanıyor.

Artık kalkma vakti. Çayımızı içmiş, dinlenmiş, sohbetimizi yapmış olarak el öpüp veda ediyoruz dayıya. Saol dayı! Otobüsten indiğimizde bizim gibi zevkini düşkün adamların gözüne ilk çarpan sahilde ki restuarant. Denize sıfır, dışarıya atılmış masalar, envai balık çeşidi bir de alkol. Meze ile donatıyoruz masayı birde yirmilik rakı. Fazla içmemek gerek, insanlar rahatsız olmasın. Son otobüs 17:30, kaçırmayalım. Kaçarsa dayıya misafir olmaktan başka çare yok. Bu yürüyüşün acısı yarın çıkacak, 2-3 günde geçmeyecek ama buna değerdi.

Tiyatro - Dullar


Gerek günümüzde gerekse geçmişte kadınlar hep 2. sınıf insan muamelesi görmüştür. Son yıllara baktığımızda ise bu bakış açısı büyük şehirlerde değişim göstersede küçük yerleşim alanlarında devam ettiğini söyleyebiliriz. Hele ki bir de dul iseniz size karşı gözler, fikirler daha başkalaşmaya, bir toplum baskısına dönüşmeye başlar. İşte oyunumuz bu konuyu skeçler şeklinde müzik, iğneleme, birazda tebessüm ettirerek tarihin ünlü dulları ile günümüz dullarının yaşadığı sorunları birleştirip ele alıyor. Teve ekranlarından da tanıdığımız simaların olduğu 5 kişilik bir bayan oyuncu kadrosuyla tek perde üzerinden bir saati aşkın bir süre içinde sahnelenen oyun gayet eğlenceli. Özellikle erkeklere sokulan laflar can acıtmaktan çok yüzlerde gülümsemelere neden oluyor. Benim gibi sokulan laflardan sonra birkaç saniye düşüncelere dalanlar var mıdır bilmiyorum. Oyunun başlangıcı ise izleyiciler için güzel bir sürpriz ile başlıyor. Bu sürpriz giriş esnasında insanların yüzünde bir afallama, kaşlarda bir çatma oluşsa da süprizin anlaşılmasından sonra bu tepkinin bir tebessüme dönüştüğünü söylemeliyim. Böyle ciddi bir konuyu bu kadar eğlenceli bir şekilde sahneleyen oyuncuların performansları ise gayet tatmin edici. Oyunun geneline baktığımda ise hoş vakit geçirmek için biçilmiş bir kaftan diyip yazımı sonlandırıyorum.

İyi seyirler....

Yazan : FİTZGERALD KUSZ
Çeviren : SİBEL ARSLAN YEŞİLAY
Yöneten : HÜLYA KARAKAŞ
Sahne Tasarımı : RIFKI DEMİRELLİ
Işık Tasarımı : CENGİZ ÖZDEMİR
Kostüm Tasarımı : RIFKI DEMİRELLİ
Efekt : ERSİN AŞAR
Yönetmen Yardımcısı : YONCA İNAL EĞİLMEZBAŞ-BURCU ÇOBAN

OYUNCULAR

GÜZIN ÖZYAĞCILAR, HALE AKINLI, HÜLYA KARAKAŞ, NESLIHAN AYŞE ÖZTÜRK, SÜEDA ÇIL