Formula 1 İstanbul

Biraz merak, biraz fotoğraf aşkı, birde o dev motorlu araçları görme hevesiyle gittiğim Formula 1 yarışlarından bana kalan bolca yorgunluk, çok şekilli amele yanığı ve aşağıda da göreceğiniz şekilde fotoğraf makinama takılan bir takım kareler...

sevgilidostumaincedennott: panningine pannig ulan. :)





Çaldağı'nı çaldırtmayacağız!

TEMA Vakfı ve TURÇEP (Turgutlu Çevre Platformu) tarafından 15 Nisan 2010 tarihinde Manisa Turgutlu Ticaret Borsası’nda Yeraltı Varlıklarımız ve Sürdürülebilir Yaşam Paneli düzenlendi. Panele il genelindeki üretici birlikleri, sulama birlikleri, esnaf odaları, muhtarlar, çiftçiler, parti temsilcileri, STK’lar, TEMA ve TURÇEP Gönüllüleri, TEMA Vakfı Onursal Başkanı Hayrettin
KARACA, TEMA Vakfı Yönetim Kurulu Başkanı Prof. Dr. Lütfü BAŞ, TEMA Vakfı Yönetim Kurulu Başkan Vekili Deniz ATAÇ, TEMA Vakfı Genel Müdürü Prof. Dr. Orhan DOĞAN olmak üzere yaklaşık 200 kişi katıldı. Panel’de “Madencilik İnsan ve Üretim Üzerine Etkileri” İTÜ Kimya Metalurji Fakültesi Metalurji ve Malzeme Mühendisliği Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. İsmail DUMAN, “Madencilik Uygulama ve Yöntemleri” Jeoloji Yük. Müh. Tahir ÖNGÖR, “Madencilik, Toprak, Bitki ve Su üzerinde Etkileri” Ege Üniversitesi Ziraat Fakültesi Toprak Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Yusuf KURUCU ve “Turgutlu'nun Tarımsal Potansiyeli ve Geleceği” 9 Eylül Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Yaşar UYSAL tarafından katılımcılara anlatıldı. Toplantı sonrasında elde edilen bilgi ve tecrübelerin ışığında aşağıda yeralan sonuç bildirgesi hazırlandı. Buna göre;

* İngiltere Merkezli European Nickel PLC’nin Türkiye’de kurduğu SARDES Nikel Madencilik A.Ş tarafından Manisa’nın Turgutlu İlçesi Çaldağı Mevki’inde işletmeye başlanılan nikel madeni, toprağa, suya, havaya ve dolayısıyla tüm ekosisteme zarar verecek, kesilecek ağaçlar ve tahrip edilecek orman nedeniyle erozyon, heyelan ve sel tehlikesi tetiklenecektir.

* SARDES Nikel Madencilik A.Ş.’nin orman alanında, açıkta, 15 milyon ton sülfürik asit kullanarak doğaya, canlılara ve insanlara vereceği zarar, yalnızca Turgutlu ve çevresiyle sınırlı kalmayacaktır. Bu faaliyet Manisa’dan İzmir’e, Gediz, Foça ve Menemen ovalarına kadar çok geniş bir alanda ülkemizin en verimli tarım topraklarını yok edecek bir felakete dönüşecektir.

* SARDES Nikel Madencilik A.Ş.’nin Turgutlu’da işletmeye başladığı maden, ülkemize herhangi bir ekonomik değer sağlamayacaktır. Aksine, yörenin potansiyel tarımsal üretimini, flora ve faunasını yok edecek, insan sağlığının ciddi şekilde bozulmasına neden olacaktır.

* ÇED Raporu’nda belirtildiği kadarıyla şirketin 15 yılda toplam yararı 163 milyon dolar olacaktır. Turgutlu’nun 15 yıllık tarım üretimi ise 5.1 milyar dolar tutmaktadır. Sadece bir defa kazanılacak olan 163 milyon dolar için devlet her 15 yılda elde edebileceği 5.1 milyar dolarlık ekonomik potansiyeli riske atmaktadır.

* Bölgenin başına gelecekleri öngörmek için Kıbrıs Lefke Gemikonağı’nda yaklaşık 35 yıl önce yine yabancılar tarafından sülfürik asit ile açıkta liç yöntemiyle bakır işletmeciliği yapılan ve adeta atom bombası atılmış bir şekilde kaderine terk edilen sahayı görmek ve ibret almak gereklidir. 35 yıl geçmesine rağmen bölgenin en önemli tarımsal ürünü portakal ve mandalinalar halen suda bulunan alüminyum gibi metaller yüzünden zehirlenmekte,
alzheimer gibi hastalıkların kaynağı olarak görülerek tüketime sunulamamaktadır.

http://www.tema.org.tr/SayfaBilesenleri/TemaHaberArsivi.aspx?id=261

Gitmek - Can Yücel


Bugünlerde herkes gitmek istiyor.
Küçük bir sahil kasabasına,
Bir başka ülkeye, dağlara, uzaklara…

Hayatından memnun olan yok.
Kiminle konuşsam aynı şey…
Herşeyi, herkesi bırakıp gitme isteği.

Öyle “yanına almak istediği üç şey” falan yok.
Bir kendisi.
Bu yeter zaten.
Her şeyi, herkesi götürdün demektir.
Keşke kendini bırakıp gidebilse insan.
Ama olmuyor.

Hadi kendimize razıyız diyelim, öteki de olmuyor.
Yani herşeyi yüzüstü bırakmak göze alınmıyor.

Böyle gidiyoruz işte.
Bir yanımız “kalk gidelim”,
öbür yanımız “otur” diyor.

“Otur” diyen kazanıyor.
O yan kalabalık zira…
İş, güç, sorumluluk, çoluk çocuk, aile,
Güvende olma duygusu…
En kötüsü alışkanlık.
Alışkanlığın verdiği rahatlık,
Monotonluğun doğurduğu bıkkınlığı yeniyor.
Kalıyoruz…
Kuş olup uçmak isterken, ağaç olup kök salıyoruz.

Evlenmeler…
Bir çocuk daha doğurmalar…
Borçlara girmeler…
İşi büyütmeler…
Bir köpek bile bizi uçmaktan alıkoyabiliyor.

Misal ben…
Kapıdaki Rex’i bırakıp gidemiyorum.
Değil bu şehirden gitmek,
İki sokak öteye taşınamıyorum.
Alıp götürsem gelmez ki…
Bütün sokağın köpeği olduğunun farkında,
Herkes onu, o herkesi seviyor.
Hangi birimizle gitsin?

“Sırtında yumurta küfesi olmak” diye bir deyim vardır;
Evet, sırtımızda yumurta küfesi var hepimizin,
Kendi imalatımız küfeler.

Ama eğreti de yaşanmaz ki bu dünyada.
Ölüm var zira.
Ölüme inat tutunmak lazım,
İnadına kök salmak lazım.

Bari ufak kaçışlar yapabilsek.
Var tabii yapanlar, ama az.
Sadece kaymak tabakası.
Hepimiz kaçabilsek…
Bütçe, zaman, keyif… Denk olsa.
Gün içinde mesela…
Küçücük gitmeler yapabilsek.

Ne mümkün.
Sabah 9, akşam 18
Sonra başka mecburiyetler
Sıkışıp kaldık.
Sırf yeme, içme, barınmanın bedeli
Bu kadar ağır olmamalı.

Hayatta kalabilmek için bir ömür veriyoruz.
Bir ömür karşılığı, bir ömür yani.
Ne saçma…
Bahar mıdır bizi bu hale getiren?
Galiba.

Ben her bahar aşık olmam ama
Her bahar gitmek isterim.
Gittiğim olmadı hiç,
Ama olsun… İstemek de güzel.

Can YÜCEL

Zarardan kârlı çıkmak

Beşiktaş şampiyon olmadıktan sonra kimin olduğu zerre umrumda değil ama bu kötü durumda bile kârlı çıktığımız birçok yön olduğunu söylemek gerekir. Dün, bugün ve yarın bakalım bize neler sağlamış/sağlayacak.

* Fenerbahçe camiası kendi kendini komik bir şekilde rezil etti. Tarihlerinde ilk kez olmuyor ama yinede insan katıla katıla gülüyor. :) Bu kadar rezilliğin sonucunda ilahinin bu kadar güzel tecelli ettiği başka bir yıl var mıdır bilmiyorum.
* Avrupayi taraftar diye methiyeler düzülen Fenerbahçe camiasının gerçek yüzü ortaya çıktı.
* Camiada çok sağlam bir dağılma süreci yaşanacak. Bu da seneye bize ve Galatasaray'a şampiyonluk yolunda bir avantaj sağlayacak.
* Aziz Yıldırım gibi Türk futboluna ciddi yaralar veren bir şahıs belkide ortadan kalkacak.
* İstanbul hegemonyası uzun yıllar sonra yıkıldı.
* Bu sayede meselenin para saçmakla olmadığı, sağlam bir yapılanmanın gerektiği birileri tarafından acı bir şekilde gösterildi. YD ve MD'ye ders olur diyecem ama nerde?
* Rıdvan Dilmen, Selçuk Yula gibi şahısların suratlarını görmek insanın yüzünde gülümsemelere neden oldu.
* Seneye Bursa'nın CL'de ki durumunu sabırsızlıkla bekleyeceğim.
* Trabzonspor maçı satacak diyenlere inat son 15 gün içinde iki defa Fenerbahçe'nin yoluna çıkıp kupasız gönderdi. 96 yılınında hesabını da kapatmış oldu.
* İki tarafında başkalarının atacakları gollere bel bağlaması ne kadar acınası bir olaydır. Yalvarın totoroşlar!
* Bursa'nın şampiyon olmasıyla Fenerbahçe'nin CL'in den büyük ihtimalle alacağı yüksek miktarda para yalan oldu. (Bursa'nın CL girme durumunu düşük olarak hesaplıyorum)
* Aziz Yıldırım'ın tükürdüğünü daha ilk yılından yalaması insanı ister istemez büyük bir orgazma sürüklüyor.
* Sazan yaz, 1907'ye gönder; konfetilerle sahaya çıksınlar.

Deepnoteee: Ligin genel görüntüsünü yazmak istiyordum ama bu kadar komedinin olduğu bir ortamda boş verin gitsin.

Maytapnote:
Bir hafta on gün önce başlayan muhabbet
Ben: Oğlum Fenerbahçe-Trabzonspor maçı 0-0, bizim maçta 0-0. Fenerbahçe şampiyon oluyor bu skora, fenerli herkes sevinç çığlıkları atıp saniyeleri sayıyor derken Bursa bir korner kullanır. Hop Bobo bir ters kafa; aaaaa gol. Bursa şampiyon!

Maç günü Başiktaş'da maçı izlemeye gidiyoruz muhabbet aynı;
Kardeş: Oğlum Bobo oynamıyormuş, sakatmış. Götürmemişler.
Ben: Farketmez oğlum Toraman yazar!

Hesap kapandı



Satacak diyenlere kapağı bırakan Trabzonspor'a teşekkürler...
96 yılından kalan hesap şimdi kapandı.

Fotoğraflaşanlar #1

Fotoğrafçılığa merak saldığımızdan aşağıda ki yazıların birinde bahsetmiştim. Yavaş yavaş çekim yapmaya, öğrenmeye başladık. Bu meret öyle birşey ki denemeden öğrenme şansınız yok. Bol bol pratik yapmak zorundasınız. Futbol gibi birşey işte...

deepnotee: Belki duvar kağıdı olarak filan kullanırsınız ne bileyim...



V for Vendetta [2005]

2005 ABD yapımı olan filmin senaristliğini Larry ve Andy Wachowski üstlenirken yönetmen koltuğunda James McTeigue görüyoruz. Wachowski biradeleri Matrix'den hatırlayacaksınızdır. Filmin başrollerinde Natalie Portman ve Matrix'de ajan Smith rolüyle hafızalara kazılan Hugo Weaving karşımıza çıkıyor. Film boyunca Hugo Weaving'in yüzünü maskeden dolayı pek göremesem de yine başarılı bir performans sergilediğini söylemelim. Filmin vizyona girdiği sene internet üzerinde yapılan yorumlarda çok fazla dialog olmasından ve politik yanının ağır basmasından kaynaklanan sitemkar açıklamalar mevcuttu. Bu tür yapılan yorumlara saygı duymak gerekir ki Wachowski biradelerin Matrix'de ki büyük başarısından sonra çok daha fazla aksiyon yüklü bir film bekleyenlerin çoğunlukta olması gayet normal. Böyle bir senaryo için belki çok fazla görsel öğeye baş vurulmaması, aksiyonun sık sık karşımıza çıkmaması birileri için eksiklik olarak görülebilir ama verdiği güncel mesajlar, eleştiriler açısından gerçekten başarılı bir yapım.
Filmin konusunda birçok temayı içe içe görebiliyoruz. Perde indiğinde aklınızda sizin ne kalmıştır veya kalacaktır bilmiyorum ama benim aklımda kalan birkaç mesaj var ki gerçekten nokta atış yapılmış. Bunlardan birisi; Nazilerin Yahudilere yaptığı insanlık dışı deneyleri andıran sahneler. Bir diğeri ise ilaç firmalarının para kazanmak uğruna piyasaya saldığı hastalıklar. Hatırlayacaksınızdır daha yakın zaman için içinde domuz gribi diye bir hastalık vardı. Öyle bir kıyamet kopartıldı ki sanki dünya yerle bir olacak. İnsanlar bilmiyor ki Mevsim Gribi bu hastalıktan çok daha fazla can alıyor, veya AIDS. Başka dikkatimi çeken bir nokta ise dünyayı yöneten firmaların veya insanların daha kolay yönlendirilebilecek korku toplumu yaratma çabaları. Buna en güzel örnek sanırım ABD'dir. 11 Eylül saldırılarını hayırlayacaksınızdır; bu saldırıların düzmece olduğunu ortaya koyan yine o ülkenin insanları tarafından hazırlanmış belgeseller mevcut ki bu düşüncelerinde pek de haksız sayılmazlar. O saldırılarda açıklanmayan/açıklanamayan bir çok nokta hâlâ bulunuyor.


Filmin verdiği politik, güncel mesajlar bir kenara aksiyon sahnelerinin aralara başarılı bir şekilde serpiştirilmesi, pek ön plana çıkmayan bir aşk hikayesi, mükemmel bir intikam planı gibi olgularıyla filmin bir şaheser olduğunu söylemeliyim. Abarttığımı düşünenler varsa ”izledikten sonra kesinlikle benimle aynı çizgiye geleceksiniz” diyecek kadar kendimden eminim.

İyi Seyirler...

Katilin Uşağı - Algan Sezgintüredi

Uzun zamandır yolunu gözlediğim serinin üçüncü kitabı olan “Katilin Uşağı” yaklaşık bir ay önce çıktı, çıkar çıkmazda alıverdim ve bi çırpıda bitirdim. Aslında bundan önce okuduğum, yazmak istediğim iki kitap vardı ama bu kitabın diğerlerine göre önceliği var. Bunun nedeni de Tefo ile Vedat karakterlerine ayrı bir sevgi beslemem. -Tefo'yu daha çok seviyorum, aman Vedat duymasın!- Algan Bey'in öyle güzel bir üslubu var ki sanki kitaptaki karakterler yan komşum, mahalleden dostum. Haliyle böyle olunca insan bu karakterlere ayrı bir sevgi besleyip, kendine yakın hissediyor.
Bu kitap da serinin diğer kitapları gibi yine Vedat Kurdel'in ağzından çözdükleri davayı, bu süreçte yaşadıklarını biraz espirili, candan, polisiye romanların özüne uygun bir biçimde bize aktarıyor. Bunları yaparkende yazarımız gerçekten mükemmel bir kıvam tutturduğunu söylemeliyim.
Seriyi okumayanlar Vedat Kurdel'de kim diyeceklerdir. Vedat Kurdel kitabımızın ana karakterinden ve “Nezih Dağdelen ve Ort. Özel Araştırma Ltd. Şti.” nin ortaklarından birisi. Bir diğer ana karakterimiz ise Tevfik Dağdelen, Vedat'ın deyişiyle Tefo. Vedat'a nazaran tıfıl ama zeka küpü, Vedat ise Tefo gibi orta yaşlarda iri yarı bir delikanlı. Bu can ciğer sarması iki dost ve çocukluk arkadaşları için daha fazla bilgi vermeyi uygun görmüyorum. Bilmek istiyorsanız eğer hemen kitapları sipariş vermeye davranın.

Konumuz 2009 yılında Haracı ailesinin düzendiği, kahramanlarımızında içinde bulunduğu bahar partisine yapılan kanlı baskınla başlıyor. Baskını yapan altı kişinin hepsi, korumalardan ve davetlilerden de bir kısmının öldüğü bu kanlı baskından kahramanlarımız büyük bir şans eseri yaralanmadan kurtuluyor. Polis yaptığı araştırmada baskını yapanların mafya babası Sacit Korkmaz'ın adamları olduğunu tespit eder. Baskından yaklaşık bir ay sonra bu baskında ölenlerden birisi olan Faruk Yutmaz'in eşi Şahane hanım, Vedat Bey'e eşinin özellikle öldürüldüğü şüphesiyle başvurur. Şahane hanım ismi kadar şahane ama bir o kadar boş bir kadındır. Boş derken işi gücü bırakıp falla, medyumla işi olan tiplerden demek istiyorum. Bu kadar zengin birisi size gelse “efendim, şu olayı incelenmesini istiyorum” dese “yok polis dosyayı çözmüş, ne gerek var” mı dersiniz? Demezsiniz tabi. Bu teklif üzerine Vedat'da işi kabul eder. Dünyanın her yerinde hamilimdir kartı işe yarıyormudur bilmem ama bizde fazlasıyla yaradığını cümle alem biliyor. Böyle bir araştırma için polis'den gerekli bilgilerin alınması, ortak çalışılması gerekmekte, e polise gidip “ben dedektifim, kayıtlarınıza bakıyım” derseniz sanırım alacağınız cevap “s.... git” gibi gir şey olacaktır. İşte burada devreye Tefo'nun polis emeklisi olan, şirkete de adını veren Nezih Dağdelen giriyor. Bu esnada Tefo'yu unuttuk sanırım. Tefo yapılan baskından sonra eşinin hamile olması ve yine eşinin Tefo'nun ölmesinden korkup, başının etini yemesiyle şirketten ayrılıyor. Ve olay incelemek tamamıyla Vedat'ın yeteneğine kalıyor. Gün geçip, ipuçları gün ışığına çıktıkça bu kanlı baskının altından inanılmaz ilişkiler ve olaylar gün yüzüne çıkıyor.

Her zaman ki gibi kitabın başından bir bölümü elimden geldiğince özetlemeye çalıştım. Son olarak kitabımızın 274 sayfa ve Versus yayınlarından çıktığını belirtmek istiyorum. Polisiye roman seveler için biçilmiş kaftan olduğunu söyleyip yazımı sonlandırıyorum.

Deepnote: Katilin Şeyi – Katilin Meselesi – Katilin Uşağı

Fotoğraf, ben ve takıntılarım


Kendimi tanıdığımı sanırdım ama meğersem değilmişim. Gençlik yıllarımda umursamadığım, bilmediğim takıntılarımı yaşadıkça fark etmeye başladım. Demek ki daha önceleride vardı da bu takıntılarım fark etmek için bir nedenim olmamıştı, amma kıl herifmişim. Özellikle alışveriş esnasında karasız kalmak çıldırtıyor. Kendi mesleğim ile ilgili, bildiğim işlerde bile aynı sorunu yaşıyorum. Yaşlılık mı desek?
Yıllardır fotoğrafa karşı bir ilgim var. İlgimi çeken bir şey gördüğümde onu ölüsüzleştirmek inanılmaz keyif veriyor bana. Bundan 2 yıl önce; “artık yeter 1.3 mp telefonumun kameresından fotoğraf çekmekten nefret ediyorum” dediğimde fotoğraf makinalarını 3-5 ay araştırmış sonunda cebimdeki deliğin büyük olmasından dolayı hayallerimi daha sonraki tarihlere havale etmek zorunda kalmıştım. 2010, 1 ocak itibari ile işten kovulunca , işten kovulmak dediğim holding bünyesinde farklı bir firmaya geçiş yaptım. Bu da bir nevi kovulmak sayılır sanırım(!), elime yüklüce miktarda tazminat parası geçti. Sizin anlayacağınız parayı buldum, bulur bulmazda tekrar fotoğraf makinası araştırmaya başladım. -Bu isteğimi tekrar depreştiren sevgili dostuma da teşekkür etmem gerek- Dedik ya takıntılıyız, makinayı seçene kadar 1,5 ay boğuştum. Seçtik ama Türkiye'de ki vergilerden dolayı fiyatlar uçuk, devlet baba saolsun(!) halkını sevmesini biliyor. Bizde ne yaptık? Spot sipariş. Amma bitmeyen çilemiz varmış arkadaş. İlk siparişi geçtiğimiz arkadaş cihazı bulamadı, ikincisi ise 1 ayda ancak getirebildi. Ve sonunda dün elime ulaştı. Ama sadece body, lens için ise yine aynı şeyleri yaşıyorum. Filmi başa sardık, film diyince İzmirli sevgili dostum geldi aklıma. Onun kız tavlama hikayeleri vardır. Kız onu eve film izlemek için davet eder. Bir anda bir kıvılcım parlayı verir, daha sonra ateş alır her tarafı. İlk önce duduklarda başlayan bu sıcak ortam, yatakta son bulur. Bizim filmde aynı bunun gibi sar başa oynat, seviş dur.
Bizde artık elinde makinasıyla ne görse çeken şu acemi fotoğrafçılar kadrosunda eklendik. Benim ilk onbir garanti gibi, Allah vergisi bir yetenek var aga bende! Şu yazıyı yazarken aklıma asker Marmara geldi. Artık kapışırız.
Şu güzelim anı defterine artık çektiğim en güzelinden fotoğrafları da ekleyeceğim. Hadi hayırlısı diyelim.

Resim: Sevgili kardeşimin blogundan...

Denizler Ölmez!



Denizlerin Dalgasıyım

Sevinmesin ey zalımlar öldüğüme benim
Yiğit ölmez kolay kolay, ben ölmedimki
Bakmayın suskunluğuma, bakmayın durgunluğuma
Bedel verdim her kavgada, yenilmedimki
Denizlerin dalgasıyım, ben halkımın kavgasıyım
Yarınların sevdasıyım, yenilmedimki
Gelir günler gelir elbet, gör o zaman beni
Bana neyler zalım felek, ben ölmedimki
Esirgemem sözümü ben, çıkıp gelsede ölüm
Geri götüremez adımlarımı
Ve yıldıramaz beni hiçbirşey gülüm
Ne dikenler bıraktım ardımda, ne dikenler
Ki uçları hâlâ kanıyor ayaklarımda
Oysa karanfiller ekmiştim yollara
Aşk ile mızrap vurup sevdalı sazıma
Kavgamı türkülemiştim yarın bakışlı çocuklara
Ve semahlar dönmüştüm turnalar gibi
Pir aşkına, hak aşkına, halk aşkına
Kim söyleyebilir öldüğümü kim
Siz türkü gibi dağılırken dağ yollarına
Ve toprak gibi yeşerirken memleketim
Kim söyleyebilir solduğumu kim, ben ölmedimki
Denizlerin dalgasıyım, ben halkımın kavgasıyım
Yarınların sevdasıyım, yenilmedimki

Selda Bağcan

Tiyatro - Dünyanın Ortasında Bir Yer


... ve şehir tiyatroları sezonu kapattı. Bu sezonluk size tanıtacağım son oyunun ismi “Dünyanın ortasında bir yer”. Oyuna genel olarak baktığımda konu açısından pek al benisi olmayan ama dans kareografileri, müzikleri, sahne tasarımı ve masalsı anlatımıyla insanın ilgisini çeken, dramatik bir oyun. Özellikle sahne tasarımı, perde ve ışık oyunlarına dikkatinizi çekmek istiyorum. Bu güne kadar izlediğim oyunların içerisinde bahsettiğim özelliklerde bir oyun seyretmemiştim. Bu açıdan gerçekten etkilendiğimi söylemeliyim. Bunları yazmışken oyunun müzikal olduğuna dair bir düşünce kafanıza takılmışsa yanıldınız. Bi benzetme yapmam gerekirse “Tarla kuşuydu Juliet” gibi diyebilirim. Birkaç kelamda oyunun konusu için yazalım.

Emre Bey Ateş Çiftliğinin beyidir. Kardeşinin sevgilisi Ahten hanıma aşık olmuş, ona sahip olmak için kardeşinin kafasını taşla ezerek öldürmüştür. Zorla Ahten'i nikahına alan Emre Bey nuh diyen peygamber demeyen zoraki eşinin bir türlü gönlünü alamasa da hayalinde ondan bir çocuk sahibi olmak vardır. Ne de olsa o beydir, herşeye gücü yetendir. Bir gün zorla sahip olduğu Ahten'den İhsan isimli erkek çocuğu olur. Artık Ahten hanımı da bu mutsuz hayata bağlayan bir neden vardır. Gel zaman git zaman derken Allah'ın günlerin birinde bir marangoz çıkagelir. Ahten hanım iş arayan bu yeşil gözlü, Can isimli marangozun gözlerinde aşkı bulur. İlk önce elleri, sonra dudakları, en sonda vücutları birleşir.

Oyun bir dramla başlıyor, kısa bir mutluluk daha sonra tekrar dramla devam ediyor. Yazının başlangıcında da dediğim gibi konu çok çatafatlı olmasada genel olarak kaliteli, seyredilesi bir oyun. Artık seneye kısmetse seyredersiniz.

Tiyatrolu günler...

Yazan : ÖZEN YULA
Yöneten : M.NURULLAH TUNCER
Dramaturgi : DİLEK TEKİNTAŞ
Koreografi : GJERG PREVAZI
Müzik : CAN ATİLLA
Sahne Tasarımı : M.NURULLAH TUNCER
Işık Tasarımı : M.NURULLAH TUNCER
Kostüm Tasarımı : DUYGU TÜRKEKUL
Efekt : ERSİN AŞAR
Yönetmen Yardımcısı : AHMET HÜN-NURSELİ TIRIŞKAN - SELİM CAN YALÇIN

OYUNCULAR
BURCU ÇOBAN, ERASLAN SAĞLAM, ESRA RONABAR, EZGI SÜMER YOLCU, EZGIM KILINÇ, HÜSEYIN KÖROĞLU, İREM ARSLAN AYDIN, MELAHAT ABBASOVA, NURDAN KALINAĞA, PELİN BUDAK, PINAR AYGÜN, TOMRIS İNCER, ÜMRAN İNCEOĞLU, YONCA İNAL EĞİLMEZBAŞ

Taksim'i siz vermediniz, biz aldık...


“Doğum günüm 1 Mayıs” bu başlığı tam 1 yıl önce burada bugün atmıştım. Yine bir doğum günü, yine 1 Mayıs. Bir yaş daha yaşlandık. Gözümüzün bir tanesi artık yavaş yavaş toprağa bakmaya başladım sanırım. Ama yılmak yok yaşamaya devam. :) Geçen sene bugün saatlerce dolaşıp giremiyoruz diyerek şanssızlığımıza dert yanarak otururken şansımızın “çok yoruldunuz siz hak ettiniz” muamelesinden sonra ancak Taksim meydanına çıkabilmiştik. Bu sene ise seçimin yaklaşması, anayasa değişikliği gibi faktörlerinde etkisiyle son 2-3 yıldır dayak attırmayı huy edinmiş hükümet çark ederek Taksim meydanını işçilere açtı, ne kadar rüşvet niteliği taşısa da bizim için iyi oldu. Rüşvetin karşılığında beklediğini alabilecek mi derseniz tabiki hayır. Bugün yürüyüş için üç farklı kortej yeri belirlenmişti, bizde en yakın olan seçtik. Bir yanımızda Şeref Bey diğer yanda emekçi kardeşlerimiz. O kadar kalabalıktı ki sanki mahşer günüde insanlar hesaba çekiliyordu. 1 Mayıs'a katılacak olan sayının ortalama 150 bin olacağı tahmin ediliyordu neredeyse tuttuda. Emniyetin açıklamasına göre 160 bin. Gerçekten büyük bir rakam, insanların bu tür ülkeyi, geleceği ilgilendiren konulara yönelmesi şart. Aksi taktirde birileri kafalarına göre at koşturuyor, koşturmaya da devam edecek. Bu bahsi geçen sayının içinde sendikalardan tutun partilere kadar birçok örgüt bulunmaktaydı ki bu gerçekten hoş bir olay gibi gözükse de partiler açısından bakıldığında bu kadar sol partinin olması garip. TBMM'de bir tane sol partinin olmamasına rağmen bu kadar bölünmüşlüğün olması nasıl açıklanabilir bilmiyorum. Kutlamalardan sonra tanıştığım bir arkadaşın söylediği ise sanırım bu durumu tam olarak anlatıyor ;” aha 6 kişiyiz, 7'yi bulduk mı parti kurarız” Zihniyet tam anlamıyla bu olduğu için sol düşünce onlara bölünmüş durumda. Daha sonra tek çatı altında toplanırlar mı zor.

Başka parmak basılması gereken nokta ise bir iki ufak olayın dışında hiçbir şeyin yaşanmaması. Demek ki polis etrafta olmayınca, olsa da kendini göstermeyince hiçbir tatsızlık yaşanmıyor, insanlar kendilerini dizginleyebiliyor veya görevliler tarafından kontrol altına alınabiliyor. Bu açıdan bakıldığı zamanda işçi, emekçi kardeşlerimiz iyi bir sınav verdiler, başkalarınada iyi bir ders.

Sadece aklıma takılan; meydandayken elinde fotoğraf makinası olan birinin -sanırım gazeteciydi- yaklaşıp “bakın şu anıtın üzerindekileri polis mimliyor, gidin söyleyin” demesiydi. Adamın dediğini yapmadık ama yapsaydık ne olurdu diye de düşünmüyor değilim. Bu isteğin pek iyi niyetli olduğunu düşünmüyorum. Provakasyoncu .......!
Güzel, anlamlı, bayram gibi bir günün ardından artık rahat rahat uyuyabilirim. Uyumadan son bir şey daha kaldı, doğum günü pastası...


deepnote: Son olarak anıtın üstünde sallanan koskocaman -Beşiktaş içerikli- bayrakta ki yazıyı yazan ve sallayan arkadaşıda tebrik ediyorum. Yazıyı da onunla bitirmek istiyorum.

Taksim'i siz vermediniz, biz aldık...