Sesleniş - Uğur Mumcu



Dağ gibi karayağız birer delikanlıydık.
Babamız, sırtında yük taşıyarak getirirdi aşımızı, ekmeğimizi.
Arabalar şırıl şırıl ışıklarıyla caddelerden geçerken bizler bir mum ışığında bitirdik kitaplarımızı.
Kendimiz gibi yaşayan binlerce yoksulun yüreğini yüreğimizde yaşayarak katıldık o büyük kavgaya.
Ecelsiz öldürüldük. Dövüldük, vurulduk, asıldık.
Vurulduk ey halkım, unutma bizi...

Yoksulluğun bükemediği bileklerimize çelik kelepçeler takıldı.
İşkence hücrelerinde sabahladık kaç kez.
İsteseydik, diplomalarımızı, mor binlikler getiren birer senet gibi kullanırdık.
Mimardık, mühendistik, doktorduk, avukattık.
Yazlık kışlık katlarımız, arabalarımız olurdu.
Yüreğimiz, işçiyle birlikte attı.
Yaşamımızın en güzel yıllarını birer taze çiçek gibi verdik topluma.
Bizleri yok etmek istediler hep.
Öldürüldük ey halkım, unutma bizi...

Fidan gibi genç kızlardık.
Hayat, şakırdayan bir şelale gibi akardı gözbebeklerimizden.
Yirmi yaşında, yirmi bir yaşında, yirmi iki yaşında, işkencecilerin acımasız ellerine terk edildik.
Direndik küçücük yüreğimizle, direndik genç kızlık gururumuzla.
Tükürülesi suratlarına karşı bahar çiçekleri gibi,taptaze inançlarımızı fırlattık boş birer eldiven gibi.
Utanmadılar insanlıklarından, utanmadılar erkekliklerinden.
Hücrelere atıldık ey halkım, unutma bizi...

Ölümcül hastaydık. Bağırsaklarımız düğümlenmişti.
Hipokrat yemini etmiş doktor kimlikli işkencecilerin elinde öldürüldük acınmaksızın. Gelinliklerimizin ütüsü bozulmamıştı daha.
Cezaevlerine kilitlenmiş kocalarımızın taptaze duygularına, birer mezar taşı
gibi savrulduk.
Vicdan sustu. Hukuk sustu. İnsanlık sustu.
Göz göre göre öldürüldük ey halkım, unutma bizi...

Kanserdik.
Ölüm, her gün bir sinsi yılan gibi dolaşıyordu derilerimizde.
Uydurma davalarla kapattılar hücrelere.
Hastaydık.
Yurtdışına gitseydik kurtulurduk belki.
Bir buçuk yaşımızdaki kızlarımızı öksüz bırakmazdık.
Önce, kolumuzu, omuz başından keserek, yurtseverlik borcumuzun diyeti olarak fırlattık attık önlerine.
Sonra da, otuz iki yaşında bırakıp gittik bu dünyayı, ecelsiz.
Öldürüldük ey halkım, unutma bizi...

Giresun’daki yoksul köylüler, sizin için öldük.
Ege’deki tütün işçileri, sizin için öldük.
Doğu’da ki topraksız köylüler, sizin için öldük.
İstanbul’daki, Ankara’daki işçiler, sizin için öldük.
Adana’da, paramparça elleriyle ak pamuk toplayan işçiler, sizin için öldük.
Vurulduk, asıldık, öldürüldük ey halkım, unutma bizi...

Bağımsızlık, Mustafa Kemal’den armağandı bize.
Emperyalizmin ahtapot kollarına teslim edilen ülkemizin bağımsızlığı için kan döktük sokaklara.
Mezar taşlarımıza basa basa, devleti yönetenler, gizli emirlerle başlarımızı ezmek, kanlarımızı emmek istediler.
Amerikan üsleri kaldırılsın, dedik, sokak ortasında sorgusuz sualsiz vurdular.
Yirmi iki yaşlarındaydık öldürüldüğümüzde ey halkım, unutma bizi...

Yabancı petrol şirketlerine karşı devletimizi savunduk; komünist dediler.
Ülkemiz bağımsız değil dedik; kelepçeyle geldiler üstümüze.
Kurtuluş Savaşı’nda emperyalizme karşı dalgalandırdığımız bayrağımızı daha da dik tutabilmekti bütün çabamız.
Bir kez dinlemediler bizi.
Bir kez anlamak istemediler.
Vurulduk ey halkım, unutma bizi...

Henüz çocukluğumuzu bile yaşamamıştık.
Bir kadın eline değmemişti ellerimiz.
Bir sevgiliden mektup bile almamıştık daha.
Bir gece sabaha karşı, pranga vurulmuş ellerimiz ve ayaklarımızla çıkarıldık idam sehpalarına.
Herkes tanıktır ki korkmadık.
İçimiz titremedi hiç.
Mezar toprağı gibi taptaze, mezar taşı gibi dimdik boynumuzu uzattık yağlı kementlere.
Asıldık ey halkım, unutma bizi...

Bizi öldürenler, bizi asanlar, bizi sokak ortasında vuranlar, ağabeyimiz, babamız yaşlarındaydılar.
Ya bu düzenin kirli çarklarına ortak olmuşlardı ya da susmuşlardı bütün olup bitenlere.
Öfkelerini bir gün bile, karşısındakilere bağırmamış insanların gözleri önünde, öldürüldük.
Hukuk adına, özgürlük adına, demokrasi adına, Batı uygarlığı adına, bizleri, bir şafak vakti ipe çektiler.
Korkmadan öldük ey halkım, unutma bizi...

Bir gün mezarlarımızda güller açacak ey halkım, unutma bizi...
Bir gün sesimiz hepinizin kulaklarında yankılanacak ey halkım, unutma bizi.
Özgürlüğe adanmış bir top çiçek gibiyiz şimdi, hepbirlikteyiz ey halkım, unutma bizi, unutma bizi,
unutma bizi...

Chinatown [1974]



Filmi izlerken aklıma Jack abinin kafasındaki saçlar ilk dikkatimi çekenlerdi. “Aha Jack abi'de bundan 35 yıl önce kel sayılırmış” dedim içimden, sonrada züğürt tesellisi ile kafamda kalan birkaç teli okşadım. Züğürt tesellisi işte, fazla konuyu kılla tüyle geçirmeden filmi tanıtmaya çalışayım. 1974 Yapımı olan Chinatown'un başrolünü Jack Nicholson ile Faye Dunaway paylaşıyor, yönetmen koltuğunda ise Roman Polanski oturuyor. Roman Polanski'nin yönetmen koltuğunun dışında filmede ufak bir role sahip olduğunu eklemeden geçmeyeyim. Jake Nicholson filmde “Gittes” isimli önceden polis olan daha sonra özel dedektiflik yapan bir karakteri canlandırıyor. Gittes'in ofisine bir gün sular idaresinin baş mühendisinin eşi olduğunu söyleyen Evelyn Cross Mulwray- Faye Dunaway- gelir. Kocasının kendisini aldattığını, bunuda araştırması gerektiğini söyleyerek Gittes'ı kiralar. Gittes yaptığı araştırmalardan sonra gerekli delillere ulaşarak gazetelere bu bilgiyi sızdırır. Bu haberin gazetelerde çıkmasından kısa bir süre sonra ofisini başka bir kadın yanında avukatı ile ziyaret eder. Gittes faka basmıştır, çünkü bu kadın gerçekden Evelyn Cross Mulwray'dir. Bu olayı kendine yediremeyen Gittes -okunuşunuda yazalım “gidıs”- kendine oyun oyanayanları bulmak için araştırmaya koyulur. Kendisini kullanmak isteyenlerin izini sürerken başmühendis Hollis I. Mulwray'in öldürülmesiyle olaylar daha da içinden çıkılmaz bir hal alır. Film aile dramı, çıkar ilşkileri, sapkınlık gibi sır dolu konuları ortaya çıkarmaya çalışan bir dedektifin macerasını konu alıyor. Jack Nicholson her zaman ki gibi mükemmel bir oyunculuk çıkartıyor, bunun yanısıra 70'lerin şıklığında Jack Nicholson'ı görmek ise ayrı bir zevk. Boş zamanlarınızı değerlendirmek için gerçekten kaliteli bir yapıt.

İstanbul Şehir Tiyatroları perdelerini açıyor



Ha bugün ha yarın derken sonunda şehir tiyatroları 1 Ekim itibari perdelerini açıyor. Bu senenin oyunlarını aşağıda bulabilirsiniz, hatta yetinmeyip sayfasını da ziyaret edebilirsiniz. Ayrıca yazdığım bu listeye aldanmayın, bazen bu liste dışında da oyunlar sahneleniyor. Arada bir gidin salonları kolaçan edin. Oh beee dünya vamış!

İstanbul Şehir Tiyatroları

* Çıkmaz Sokak
* Lüküs Hayat
* Mecbur Adam
* Tarla Kuşuydu Juliet (M.O)
* Bozuk Düzen
* Gizli Oturum
* Meraklısı için Öyle bir Hikaye
* Onlar Ermiş Muradına
* Balıkesir Muhasebecisi
* Bekleme Salonu
* İnek
* Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz (M.O)
* Hizmetçiler
* Deri Ceket
* Maskeliler
* Kafes
* Coriolans

Adım adım

Bugün gelinen başarısızlığı sadece oynanan 3-5 maça bağlamak hata olur. Sorunlar ufak ufak toparlanarak büyüdü ve bugüne gelindi. Belki başınızı ağırtıcam ama elimden geldiğince bir iki yazayım istiyorum.

* Geçen sene ne kadar şampiyon olunsa da bu başarının içindeki başarızlık iyi analiz edilmedi, planlama yapılmadı. Yönetim açısından böyle bir şey beklemiyordum ama en azından Mustafa Denizli'nin daha aklı başında davranacağını umuyordum, olmadı. Geçen sene oynanan birçok maçı eleştirmiştim. Penche'de de birçok yazımda bunu dile getirmiştim. Sezon bitiminde Mustafa Denizli'nin kalıyorum, gidiyorum söylemleri arasında tatile çıkması bir kaos yaratsa da sözleşme imzalamasıyla duruldu. Ama bu geçen süreç içinde planlama yapılmadığından gerekli transferler ya yapılmadı, ya da son dakikaya bırakılarak hatalar yapıldı. Zaten birer yıllık sözleşme yapılan teknikdirektörle ne kadar başarı yakalanabilir bu da muamma.

* Yapılan yabancı transferleri gerek blogda gerekse dost ortamında devamlı eleştirdim. Elinizde Ernst gibi bir oyuncu varken onun bir alt modelini almanın, şampiyonlar ligi öncesinde züper ligden hayatı boyunca üst seviye futbol oynamamış, belli bir yaşa gelmiş bir oyuncunun bu kadar yüksek bir meblağa alınmasına devamlı karşı çıktım. Elde ki Türkiye ligi şampiyonluğu, şampiyonlar ligi kozları kullanılamadı. Takımı bir üst seviye transferler yerine eldeki oyunculardan farksız oyuncular alındı. Burada bir üst seviye kelimesini özellikle kullanıyorum, demek istediğim yıldız denilen milyon dolarlık oyuncular değil.

* İçeride yeni yapılan sözleşmelerde ki yüksek bedeller muhakkak bir sorun yaratmıştır diye düşünüyorum. Oyuncular arası para politikası iyi yönetilmedi, uçurumlar oluştu.

* Mustafa Denizli'nin 10 maçta bir kadro oturtamaması ise rotasyon ile anlatılabilecek bir olay kesinlikle değil. Bugün takımı say desem üç oyuncudan fazla kimse sayamaz diye düşünüyorum. Bunun yanısıra bazı oyuncular sahada oynatılmadığı yer kalmadı. Bazı oyuncular bugün sahadayken yarın tribünden izlemeye mahkum edildi, küstrüldü, istemeden bitirildi.

* Sahada oynanan hücum anlamında ki kötü futbol iyi analiz edilmedi. Sorun hep santraforların kısırlığına, yetersizliğine indirgendi. Halbu ki elinizde her türlü santrafor bulunmak da. Bunun biraz açalım. Holosko; boş alanları iyi kullanabilen, süratli. Nobre; ileride baskı yapabilen karambolcü. Batuhan; hava toplarına hakim, geçen sezon kiralık gittiği Eskişehir'de iyi bir sezon geçirdi. Nihat; İspanya'da hep ikinci santrafor olarak oynadı, kariyeri ortada. İkinci santrafor olarak kelimesinin altını çizmek lazım. Bobo; gole yönelik en iyi oyuncunuz. Başarılı olduğu dönemler ceza alanı çevresinde ve yanında ikinci bir santrafor ile oynadı. Sol açık olarak değil.

* Sorun ileri uç olarak algılandığından dolayı ortasahada ki kısır, üretimsizlikden kimse bahsetmedi. Bunun yanısıra defansın kanatlarında oynayan oyuncular devamlı değişti. 5 maç sağ kanat görev yapan Erhan aniden tribüne yollandı, bir anda İbrahim oynamaya başladı. Defansın solu çorba oldu. Bir İsmail, bir Üzülmez, bir Ekrem oynadı. Defans bile oturtulamadı. Ben her zaman şunu savunurum, bir oyuncudan o bölgede %100 verim alınıyorsa kalkıpta başka bir bölgeye kaydırarak verimini %70'lere indirmeye neden olmak hem oyuncuyu hemde takımı zor duruma düşürür. Örnek; Ekrem Dağ

* Bazı maçlar taraftarın yüzünü güldürse de bu sadece takımın gerçek yüzünü örtmesinden başka bir şey değil. Bunu biraz daha açayım. Blogda yazdığım bazı yazılarda ortasahanın iyi top yaptığını diğer bir yazıda ise iyi top yapamadığıni dile getirmişdi. Şimdi sizin aklınıza “bu adam da ne kadar tutursız ” demeyin diye biraz yazdıklarımı açıklamak istiyorum. Beşiktaş rakiplere karşı ortasahası değişim gösteriyor. Maçları ve oyunları tektek anlatmaya çalışacağım.
İleri de basan rakiplere karşı Beşiktaş ortasaha da top yapamıyor, bocalıyor. Örnek; barış kupası.
Açık oynayan takımlara karşı ortasahada ki hakimiyeti ele alıyor, iyi işler yapıyor. Örnek; Gaziantep, Galatasaray maçları.
Ortasahada kalabalık olup, kapanan takımlara karşı paslaşma yüzdesi teknik terimle 1 ve 2 bölgede olsada bu sadece göz yanılması. Örnek; Gençlerbirliği, Kayseri.
Ama bu üç değişik ortasaha görüntüsünde de ortak olan 2. bölgeden 3. bölgeye geçişlerde pas yüzdesinin düşmesi, üretkenliğin azalması, oyunun kanatlara açılamaması, dikine toplarla karşı kaleye gidilememesi, şut çekilememesi.
Belki yazdıklarımda eksiklerim olabilir, bu kadar uzun yazmak bana göre değil.

Aşk Olsun Sana Çocuk - Edip Akbayram



Aşk olsun sana çocuk, aşk olsun
Acıyorsam sana anam avradım olsun

Elbette türkiye’de de en uzun koşuysa devrim
O, onun en güzel yüz metresini koştu
İlk o fırladı lüverden en sekmez mermisiynen
En hızlısıydı hepimizin,
İlk o göğüsledi ipi...

Acıyorsam sana anam avradım olsun,
Ama aşk olsun sana çocuk, aşk olsun!

Söz: Can Yücel
Müzik: Mazlum Çimen

Çampiyıns lik

Öyle derinlemesine analiz, ince elemek sık dokumak, fazla düşünmek gibi bir derdim yok şu yazıyı yazarken. Yazdım mı yazdım o kadar. Maçdan önce nasıl maç olur deselerdi görüşüm şuydu; mançester geçen sene çampiyıns ligde oynadığı deplasman maçlarında futbolu kendi yara alanında kabul eden, iyi yardımlaşan, iyi yayılan, yüksek pas yüzdesi ile oynayan bir takımdı. Roni solda oynarken Ronaldo tek santrafor olarak öndeydi. Sağdakini hatırlamıyorum, zaten ne önemi var ki? Bu sene ise Rolanldo gittikden sonra sistemde yine bir değişiklik yok. Tek fark Roni'nin yerinin değişmesi. Beşiktaş ise sezon başından beridir iyi takım savunmasının yanında iyi mücadele eden, ortasahada fena top yapmayan bir takım görüntüsünde olsada ortasahası üretken değil. Ortasahayı geçince pas yüzdeleri düşüyor. Beşiktaş daha lickde hücum anlamında bu sorunları yaşarken mançester karşısında galibiyet beklemek polayana ile sevişmek olurdu. Hani diyorlar ya "bu maçı biz alırdık", nah alırdınız. Biraz kaba bir tabir oldu ama öyle. Bu maçın en iyi sukoru beraberlikti. O da halikarnas balıkçısının sayesinde Marmaris'de sulara gömüldü. Top tepmenin kırılma noktası uzun saçlı, tıknaz çocuğun çıkartılıp, 35'lik yıllanmış Yusuf şarabının oyuna girmesiydi ki herkes bunda hem fikir. Sen çık ben giricem hareketlenmeleri esnasında çizginin orada hakemin yanında Yusufçuğu gördüğümde " aha tabataaa çıkıyor" dedim. Ne biliyim aklıma nerden estiyse iki ara top atası tutar diye sokuyor sandım marmaris aşığının. Tıknaz, eli purolu serdar cengaverine "hadi sen fazla kaldın şu sahada gel yanıma iki pişpirik atalım" dediğini görünce gerisini de pek iplemedim. Zaten rakı masamızda bir puan vardı o da balıkçının ellerinde heba oldu.

12 Eylül, Beşiktaş, Denizli, Serdar, Taraftar, Hakem, Pankart

12 Eylül;
Günlerden 12 Eylül, darbecilerin ülkenin anasını ağlattığı, insanların insan dışı davranışara mahruz kaldığı, yıllarca insan dışı bir anayasanın temellerin atıldığı kara bir dönemim başladığı bir tarihtir hafızalara kazılan. Sadece bu felaketi bu işe yapanlara bağlamakda hata olur. O duruma gelmesine göz yuman siyasetçiler, bürokratlar, güvenlik birimleride en az bu darbeyi yapanlar kadar suçludur. İşte o kara günün yıldönümüydü 12 eylül 2009 cumartesi. Hesap sorulmasını isteyenler sokaklardaydı, ellerde pankartlar, ağızalarda sloganlarla. Düne, bugünkü devamına isyan, hak arama için yapılan bir gösteri vardı gökyüzünün yırtılırcasına yağdırdığı yağmurun altında. Donumuza kadar ıslandık, sonunda dayanamadık koptuk kortejden Kadıköy meydanında. Ne kadar da sonunu getirememiş olsak da elimizden geldiğince omuz omuza verdik, hesap sorulmasını istedik.

Beşiktaş;
Sahada oynanan futbol için kötü şeyler söylemek imkansız. Üzülebileceksek eğer ikinci golden sonra takımın vurdum duymaz tavırlarlarına bir iki söz söylenebilir. Ama şöyle bir gerçek var ki ne kadar takım savunmamız iyi olsa da orta sahada iyi top çevirsek de bal yapmayan arı gibiyiz. Bir türlü üretken olamıyoruz. Bunu sadece santraforların formsuzluğuna bağlamak hata olur. Orta sahada birşeyler eksik gibi.

Mustafa Denizli;
Aklından ne geçtiğini bilmek cidden imkansız. Öyle takım kurgularıyla sahaya çıkıyor ki herkesi bir şekilde dumura uğratıyor. Maç başlamadan kadroyu gördüğümde ilk yorumum şu oldu; “bu kadar sakatlıkdan yeni çıkmış, maç eksiği olan, takıma uyum sağlamamış oyuncuları sahaya sürmek büyük risk”. Haksız çıkmayı o kadar çok isterdim ki ama olmadı. Denizli'nin fantezileri bize büyük yara veriyor, vermeye devam edecek. Kendisinin liderlik vasfına, camiaya verdiği morale söyleyecek bir şeyim yok,aksine taktir ediyorum. Ama teknik taktik açıdan tam bir felaket.

Serdar Özkan;
Gaziantep maçından sonra bu maçda çok iyiydi. Pozisyon üretti, pozisyona girdi, futbolu basit oynadı. Şansızdı. Olsun, yeter ki futbolu basit oynasın, bu yolda devam etsin. Böyle devam ettiği sürece hem Beşiktaş hemde Türkiye büyük bir yıldız kazanmış olacak.

Taraftar;
Gün geçtikçe soğumaya başladım. Tribünde ayrı, teve başında ayrı azap beraber maç izlemek. Maçı çarşı'da Külüstür'de izledik. Küfür edilmeyen tek futbolcu kalmadı. İnsanoğlunun ne kadar ufalabileceğine görmek için orada olmak fazlasıyla yeterliydi benim için. Bu durumu sadace buradaki beşiktaşlıları bağlamak belki de hata olur, biz halk olarak böyleyiz. Bu insanlar Şeref Bey'lerin, Baba Hakkı'ların, Süleyman Seba'nın yönetiği, bayrağını taşıdığı büyük Beşiktaş'ın taraftarı olamaz. Olsa olsa Demirören'in taraftarı olur.

Hakem;
İnsan işini hakkıyla yapması, yapamıyorsa kenara çekilmesi gerekir. Malesef ki Türkiye'de ki düzen bir bok çukuru, her yanıyla boka batmış bir düzen. Federasyounundan hakemine,medyasından başkanına taraftarına kadar. İnsanlar soğuyor, soğutuluyor. Sokayım düzeninize.

Pankart;
Marmara bloğunda değinmiş; “idolojik pankart istemiyoruz, giremezsiniz” demişler . Sizin neyinize düşünmek, konuşmak, hak aramak. Siz sürülün, koyun olun. Ne beklersiniz sokakda yapılan harcı protesto etmek isteyenlerin dayak yediği, açız diyenin tartaklandığı, hak aramanın yasaklandığı bir ülkeden. Siz koyun olun, zombi olun, susun. Biz sizin yerinize konuşuruz, düşünürüz. Ama bizim istediğimiz kadar.

Sel çocukları (Nesin Vakfı zor durumda)

Arkadaşlar Selamlar

İstanbulda yaşanan ve hepimizi derin üzüntüye boğan insanlarımızı yitirdiğimiz sel felaketine maruz kalan ilçelerden biride Çatalca bildiğiniz gibi . Çatalcada yaşanan sel felaketinde ıllardır ülkemizdeki yardıma muhtaç çocuklara barınma , eğitim bakım olanakları sağlayan Nesin Vakfıda büyük zarar gördü ne yazıkki , Çocukları tahiye etmek zorunda kaldılar . Vakıf oldukça güç durumda ne yazıkki.Şayet gerekli maddi destek sağlanamazsa korkarımki vakıf çocuklara sağladığı bu hizmeti veremeyecek duruma gelecek.
Vakıfın ilk etapta ayrıca İlk yardım malzemeleri gibi ana malzemelerede ihtiyacı var. Yıllardır karşılıksız şekilde ülkemiz çocuklarına barınma , bakım eiğitim hizmeti veren bu vakfa yardım Halkın Takımı olarak bizimde borcumuzdur sanırım .

Her türlü yardım için irtibat numaraları ve hesap numaralarını veriyorum.

Nesin Vakfi hakkinda bilgi için :

http://www.nesinvakfi.org

VAKIF İRTİBAT TEL:

0212 783 60 49
0212 783 63 58
0212 311 54 22

Nesin Vakfı Hesap Numaraları

Banka
Şube
Numara
Tür

İş Bankası
Parmakkapı
1042 0687054
TL
Matematik Köyü için özel hesap

İş Bankası
Parmakkapı
1042 550334
TL

Ziraat
Çatalca
130 - 952 22 32 - 5001
TL

Ziraat
Çatalca
130 - 952 55 01 - 5003
Euro
Eur: TR 80000 1000 1300 9525501 5003

Ziraat
Çatalca
130 - 952 55 01 - 5001
USD
IBAN: TR 37000 1000 1300 9525501 5001

Ziraat
Çatalca
130 - 952 55 01 - 5002
CHF
IBAN: TR 10000 1000 1300 9525501 5002

Vakıf
Çatalca
237 158007272068355
TL
Matematik Köyü için özel hesap

Vakıf
Çatalca
237 - 434 84 59
TL

Vakıf
Çatalca
237 - 400 79 37
USD

Vakıf
Çatalca
237 - 400 79 36
Euro

Posta Çeki
164 00 09 (havale ücreti alınmıyor)

Swift Kodlar
Ziraat Çatalca Swift kodu : TCZBTR2A
VakifBank Çatalca Swift kodu : TVBATR2A

http://forum.forzabesiktas.com/viewtopic.php?f=1&t=17157
Mustafa Kaya'nın yazısıdır.

İyi takımdır Türkiye

* Dün iş arkadaşım "maç kaç kaç biter" dediğinde "hangi maç?" diye sordum. O zaman anladım ki akşama milli takımın maçı var. Milli takım maçlarının beni eskisi gibi pek heyecanlandırdığını söylemem, bu nedenle de pek takip etmem, denk gelirse izlerim. Herneyse, arkadaşın sorusuna cevabım direk olarak beraberlikti. Tff'nin yaptığı anketde ise %80 oranında Türkiye'nin kazanacağını işaretleyen halkımızın yanın da Mustafa Denizli'de buna benzer bir söylemde bulunarak "parçalarız" demişti. Şimdi bazı gerçeklerle yüzleşmeyip kendinizi kaf dağında görmek, polyanacılık oynamak istiyorsanız eğer bu sizin seçiminiz olur. Ama dünya acımasız gerçeklerle doludur. Acıtırlar.

* Dün akşam maç öncesi SkyTürk'de 3-5 eleman bir olmuş milli takımı tartışıyorlardı. Hani öyle çok gündemde olan yazarlar filan değildi, belki de ben tanımıyorumdur. Konuşma arasında Türkiye'nin burada olmasının nedeni elemanlardan biri şu şeklide açıkladı, diğerleride onayladı;"Türkiye'nin iskeleti veya tamamı Fenerbahçeli, Galatasaraylı oyunculardan kurulu. Geçen sene Skibe ve Aragones'in oynattıkları kötü futbolun yanında kondüsyon eksikliğinden dolayı Türkiye bu duruma düştü." Şimdi siz olaya bu açıdan bakıp, koskoca milli takımın başarısını da sadece bu iki takımın başarısıyla endekslerseniz vah halimize. Eee zaten takımın başında ki de böyle düşünmüyor mu?

* Milli takımının dününe, bugününe baktığınız zaman finaller öncesi bu tür gruplarda her zaman sorun yaşandığı görürüz. Yani bugünkü başarızlık sadece şimdiye mahsus birşey değil. Bunun başlıca nedeni bir sistem, ekol ülkesi olmamamız. Mesela Brezilya derseniz bireysel üst düzey futbol, Almanya derseniz turnuva takımı, disiplin, İtalya derseniz defansif futbol gibi bir takım özellikler sayabilirsiniz. Peki Türkiye derseniz akıllara ne gelir? Benim aklıma hırs, mücadele geliyor. Futbolda sadece hırs, mücadele yeterli değildir, dünyada mücadele etmeyen takım kalmışmıdır? Hele ki sizden teknik olarak daha düşük takımlarla oynadığınız maçlarda rakip sizi bozmaya yönelik futbol tarzı ile sahaya çıkar. Bugüne kadar dünyanın heryerinde böyle olmuşdur. Buradan sonra ise sizin oyun disiplininiz, altyapıda verilen mantel eğitiminiz, tarzınız ile maçı çevirir veya çeviremezsiniz. Malesef ki bizim bu özelliklerimiz olmadığı için böyle takımlara karşı her zaman başımıza gelmedik kalmıyor. Peki bizden güçlü takımlara karşı neden bir takım başarılar sağlanmıştır? Bunun nedeni ise bize yapılanı bizim başkalarına yapmamızdır.

* Birçok kişi Fatih Terim'e antipatisinden dolayı milli takım maçlarında sevinmek ile üzülmek arasında gidip geliyor. Bende bunlardan birisiyim. Bir adam insanları milli takımdan bile soğutabiliyorsa eğer bundan birşeyler var demektir. Mimikleri, uslübu, tavırları, kadro seçimleri, saplantıları, avrupa kupasında ki dev ekranda kendini takip edip teve'ye oynaması bu antipatinin birkaç nedeninden bazılarıdır.

* Son olarak, birilerini söylediği gibi "biz onlardan iyi takımız" söylemi insanları şişirmekden başka bir işe yaramayan koca bir balondur.

Katil Ana



Hep o suçludur. Binaların altında insanların ölmesinin de sel olup insanların boğulmasınında tek sorumlusu o'dur. O katildir, o doğadır, o anadır. Siz hatırlıyormusunuz 1999 depreminden önce yapılan binaların kaçak, malzeme çalınarak yapıldığı ve buna devlet tarafından göz yumulmasının nelere mâl olduğunun irdelendiğini, suçlu devlet yetkilileri için hesap sorulmak amacıyla çabalandığını. Hatırlamazsınız, peki depremden sonra düşünce değişti mi? Değişen hiçbirşey yok. Dün neyse bugünde o.
Yakın zamanda Şavşat'da 5 kişi hayatını kaybetti. Siz hiç devlet tarafından verilen ihalede malzeme çalındığını, altyapı olmamasından dolayı insanların öldüğünü duydunuz mu? Duyamazsınız.
Bugün marmara'da sel haberleri boy boy gazetelerin ilk sayfalarında. Tam 27 can. Başlık nedir peki? Bam bam bam "Selde insanlar hayatını kaybetti, büyük felaket". Suçlu kim? Doğa ana. Neden? Çok yağdı. Vay anam vay. Altını yapmadan üstünü dolduranlar, doğanın kolunu bacağını kesip beton yığını yapanlar, buna izin verenler, gözyumanlar, hesap sormayan bizler suçlu değil, o suçlu. Suçluyu, suçluları öyle güzel meşrulaştırıp, masum yapıyoruz ki buna kendimiz bile inanıyoruz. Ne de olsa suçlu belli "O". Geriye kalan, ölenlerin yakınlarına düşen acılar.

Başkanın adamları

Beşiktaş Ümit milli takım ile maç yapıyor, tribünlerde bir beste, ben duymaya utandım ama söyleyenler utanmadı. Tabata'yı beğenmeyebilirsiniz, aldığı parayı yüksek bulabilirsiniz, vizyonsuzluk diyebilirsiniz, ama kalkıp daha sahaya ilkez çıkan bir adamı tehtid edercesine küfür etmek neyin nesidir anlatabilirmisiniz? Verilen yüksek miktarın günahını bu adama yıkmanın nedenini açıklayabilirmisiniz? Kutsal dediğiniz formayı taşıyan insanlara azda olsa saygı gösteremezmisiniz? Hedef belliyken, suçlu başkanlık mekanında otururken, buna ses çıkarmayan muhalefe piyasada yokken siz burada ki en suçsuz insanı giyotine götürme isteğini neyle savunabilirsiniz?
Bugün gelinen nokta şudur; Demirören ve taraftarı.

Herşey Sende Gizli - Can Yücel


Yerin seni çektiği kadar ağırsın
Kanatların çırpındığı kadar hafif..
Kalbinin attığı kadar canlısın
Gözlerinin uzağı gördüğü kadar genç...
Sevdiklerin kadar iyisin
Nefret ettiklerin kadar kötü..
Ne renk olursa olsun kaşın gözün
Karşındakinin gördüğüdür rengin..
Yaşadıklarını kar sayma:
Yaşadığın kadar yakınsın sonuna;

Ne kadar yaşarsan yaşa,
Sevdiğin kadardır ömrün..
Gülebildiğin kadar mutlusun
Üzülme bil ki ağladığın kadar güleceksin
Sakın bitti sanma her şeyi,

Sevdiğin kadar sevileceksin.
Güneşin doğuşundadır doğanın sana verdiği değer
Ve karşındakine değer verdiğin kadar insansın
Bir gün yalan söyleyeceksen eğer
Bırak karşındaki sana güvendiği kadar inansın.
Ay ışığındadır sevgiliye duyulan hasret
Ve sevgiline hasret kaldığın kadar ona yakınsın
Unutma yagmurun yağdığı kadar ıslaksın
Güneşin seni ısıttığı kadar sıcak.
Kendini yalnız hissetiğin kadar yalnızsın
Ve güçlü hissettiğin kadar güçlü.
Kendini güzel hissettiğin kadar güzelsin..

İşte budur hayat!
İşte budur yaşamak bunu hatırladığın kadar yaşarsın
Bunu unuttuğunda aldığın her nefes kadar üşürsün
Ve karşındakini unuttuğun kadar çabuk unutulursun
Çiçek sulandığı kadar güzeldir
Kuşlar ötebildiği kadar sevimli
Bebek ağladığı kadar bebektir
Ve herşeyi öğrendiğin kadar bilirsin bunu da öğren,
Sevdiğin kadar sevilirsin...

Can YÜCEL

Katre-i Matem - İskender Pala



Sanırım kitap tanıtımlarına biraz fazla ara verdim. Bunun nedeni son zamanlarda biraz tembel olmam. Yani kitabın sıkıncılığından veya çok kalın olmasından değil, sadece benim tembelliğim. :) Bazen oluyor, tembelliğim tutuveriyor. Ama sonunda gayet mutlu bir şekilde okuduğum kitabı bitiriverdim. Şimdi elime, dilime takılan kitabı sizinle paylaşmak istiyorum. Yazarımız İskender Pala, kitabın ismi ise “Katre-i Matem”, Türkçe çevirisi ile “Matem Damlası”. Bu tür kitaplar inanılmaz derecede hoşuma gidiyor. Sizinle de önceden paylaştığım Ahmet Ümit'in Bab-ı Esrar'ını da okurken de aynı ruh haline kapılmıştım, kitabın tadı da damağımda kalmıştı. Yine aynı tad da olan bir kitabı tanıtmaya çalışacağım. Katre-i Matem, Osmanlı'nın en cancanlı, en müsrif olduğu yıllar olan lale devrinde geçiyor. Padişahımız III. Ahmet, vezirimiz padişahımızın damadı İbrahim Paşa. Kitabımızın ana karakteri Ahmet, ama padişah olan değil. Diğer adıyla Şahin, Kara Şahin. İkinci karakter Kara Şahin'in yakın dostu Yanık Yusuf, diğer adıyla Topaç Yeye.

Şahin, annesinin ölümünden sonra mal varlığını har vurup harman savurmakta, gününü gün etmektedir. Ta ki Nakşıgül'le karşılaşıncaya kadar. Aşık olur, aşkından perişan olur. Aşkı tek taraflı değil, karşılıklıdır. Ama elde artık ne para kalmıştır, ne de pul derken tavan arasında 30 inci bulur Şahin. Annesinin kötü günler için sakladığı tam 30 inci. Artık aşkına kavuşabilecek, mutlu olabilecekdir. Nikah yapılır, kızın babasının evine yerleşirler. Şahin ile Nakşıgül'ün ilk gecesi birbirlerine aşk nameleri söylemekle geçer. Şahin sabah başında bir zonklamayla uyanır, gözlerini açtığında ise neye uğradığını şaşırır. Nakşıgül artık canlı değildir, odanın her tarafı kan olmuş, uzulları sağa sola dağılmıştır. Bu şaşkınlıkla tek dikkatini çeken Nakşıgül'ün elinde olan lale soğanın bir yarısıdır. Şahin tutuklanır, Eyüp'ün tomrukhanelerinde itiraf etmesi için işkencelere mahruz kalır. Ama bir şey diyemez, ağlar, aşkını kaybetmenin şaşkınlığıyla yanar durur. Artık kendisinden ümidi kesen amir Tomruk Emin Şahin'i sevk etmeye karar verir. Bir iki görevliyide yanına katarak Haliç üzerinden sandalla yola koyulurlar. O zamanlar için denizde kutlamalar, nikahlar yapmak pek revaçtaymış, böylede olunca haliç biraz kalabalık. Bu kalabalık arasında Şahin'in binmiş olduğu sandalla başka bir sandal çarpışır. Nasıl kaçacağını düşünen Şahin için gün doğmuştur, çarpışmayla Şahin Haliç'in sularına düşüverir. Sorun suya düşmesi değil elleri ayaklarının bağlı olmasıdır. Biraz uğraştan sonra ellerine ayaklarına bol gelen zincirlerden kurtularak sahile yorgun, bezgin bir şekilde çıkar.

Yusuf büyüdüğü evin kızı Şehnaz'a aşıktır. Aşkıda karşılıksız değildir hani, ama kızın babası Veyis ağa bu durumdan hiç hoşnut değildir. Bu hoşnutuzluğunu hırsızlık suçlamasıyla Yusuf'u tutuklatarak gösterir. Yusuf zekidir, tutuklanmaktan kurtulmak için deli rolüne yatar, rolünüde iyide yapar. Bimarhane'de ki o kadar hekimi kandırmak kolaymıdır? Git zaman gel zaman bir şekilde Yusuf bimarhaneden kaçar. İşte tam bu sıralar Şahin'le tanışır diyip kitabın özetini burada kesiyorum. Sonuç olarak kitabın ana teması Şahin'in Nakşıgül'ün katillerini araması gib gözükse de onun daha ötesinde içeriği olduğunu söylemeliyim.
Kitap gerçekten çok iyi kurgulanmış. Aşk, intkam, ihanet, sır gibi birçok kavramı bir araya gitirip birde bunu tarihle harmanlayabilmek gerçekden büyük maharet gerektirir ki bunu yazarımız fazlasıylada başarmış. Bu kitabı okumanızı şiddetle öneriyorum, bana kesinlike teşekkür edeceksiniz.

Serdar Özkan


Bundan birkaç yıl önceye kadar altyapıda ki ve farklı takımlara kiralık verilen gençlerimizi elimden geldiğince takip ediyordum. Bunlardan biriside Serdar Özkan’dı. A takımda oynamasını istediğim yetenekli oyuncuların başında geliyordu. Bir iki alt liglere kiralık verildikten sonra Ertuğrul Sağlam’ın isteğiyle A takıma çıktı. A takımda oyadığı gün ne kadar mutlu olduğumu anlatamam. Biraz kendisinin yeteneklerinden, yaptıklarından, yapmadıklarından, yapamadıklarından bahsetmek istiyorum. Serdar’ı teknik olarak incelediğinizde birçok özelliğini görmeniz mümkün. Adam geçebilen, şut atabilen, iki kanatda oynayabilen hatta oyun kurucu görevi üstlenebilecek olmasının yanında diğer oyuncularıdan kendisini ayıran bir özellikde iki ayağını kullanabilmesi olduğunu söyleyebilirim. Sizden şu kelimeleri duyar gibiyim;”Messi’yi mi izliyoruz? Abartma.” Tabiki bir oyuncunun yeteneğinin olması onu sahaya yansıtması anlamına gelmiyor. Altyapıda yetişen gençlerimizin en büyük eksikliği mentallerinin gelişmemiş olması, malesef Serdar içinde aynısı geçerli. Günümüz futolunda cancanlı oyuncu tiplerinden çok işini yapan, takım oyuncuları önplanda. Yani, öncelik futbolu basit oynamak. Serdar’ın en büyük eksiğide bu, basit oynamak yerine topla sevişmek istemesi. Bunun nedeni altyapıdan çıktığı için çok şeyler yapmak istemesimi yoksa futbol topunda sevgilisinmi görmesi bilemiyoruz. Ama topla oynama aşkı takımına ve kendine yarardan çok zarar getirdiği kesin. Bu zararlardan biriside sanırım taraftar gözünde antipatik hale gelmesi ki taraftarımız bir defa kıl oldumu bir daha ağzınla kuş tutsan yaranamazsın. Serdar artık birşeylerin farkına varmalı, kendine gelmeli, silkelenmeli. Son oynadığı Gaziantep maçı içinde birşeyler söylemekde yarar var. Gerçekden uzun zaman sonra Serdar’ın bu kadar iyi performans verdiğini gördüm. Basit oyanamayı tercih ederek, yeteneklerini çok daha üst düzey kullandı. Bu saatten sonra Serdar’ın önünde iki yol var; ya eskisi gibi topla sevişmeye devam eder, ama farklı renkler altında, ya da Gaziantep maçında ki gibi basit oynamayı tercih ederek yıldız olur.

Lösev çarşamba günü TRT1'de

Sevgili Gönüllülerimiz,

02 Eylül 2009 Çarşamba günü TRT1'de, Sabah Haberleri'ne Genel Koordinatörümüz Hülya ÜNVER ve sonrasında 'İstanbul'un Orta Yeri' adlı sabah progranmına Kurucu ve Yönetim Kurulu Başkanımız Dr. Üstün EZER konuk olarak katılarak; çocuklarımızın zorlu tedavi sürecini, tedavi sonrasında elde ettikleri ikinci şansı, umutlarını, heyecanlarını sizlerle ve bütün Türkiye ile paylaşacaklardır.
Programa telefonlarla ve e-postalarla katılarak vereceğiniz destekler bizler için çok anlamlıdır.


Sevgilerimizle,

Halkla İlişkiler