Sonsuz Bir Karanlığın İçinden Doğdum - Mevlana

Sonsuz bir karanlığın içinden doğdum.
Işığı gördüm, korktum.
Ağladım.

Zamanla ışıkta yaşamayı öğrendim.
Karanlığı gördüm, korktum.

Gün geldi sonsuz karanlığa uğurladım sevdiklerimi...
Ağladım.

Yaşamayı öğrendim.
Doğumun, hayatın bitmeye başladığı an olduğunu;
aradaki bölümün, ölümden çalınan zamanlar olduğunu öğendim.

Zamanı öğrendim.
Yarıştım onunla...
Zamanla yarışılmayacağını,
zamanla barışılacağını, zamanla öğrendim...

İnsanı öğrendim.
Sonra insanların içinde iyiler ve kötüler olduğunu...
Sonra da her insanın içinde
iyilik ve kötülük bulunduğunu öğrendim.

Sevmeyi öğrendim.
Sonra güvenmeyi...
Sonra da güvenin sevgiden daha kalıcı olduğunu,
sevginin güvenin sağlam zemini üzerine kurulduğunu öğrendim.

İnsan tenini öğrendim.
Sonra tenin altında bir ruh bulunduğunu. ..
Sonra da ruhun aslında tenin üstünde olduğunu öğrendim..

Evreni öğrendim.
Sonra evreni aydınlatmanın yollarını öğrendim.
Sonunda evreni aydınlatabilmek için önce çevreni
aydınlatabilmek gerektiğini öğrendim.

Ekmeği öğrendim.
Sonra barış için ekmeğin bolca üretilmesi gerektiğini.
Sonra da ekmeği hakça üleşmenin,
bolca üretmek kadar önemli olduğunu öğrendim.

Okumayı öğrendim.
Kendime yazıyı öğrettim sonra...
Ve bir süre sonra yazı, kendimi öğretti bana...

Gitmeyi öğrendim.
Sonra dayanamayıp dönmeyi...
Daha da sonra kendime rağmen gitmeyi...

Dünyaya tek başına meydan okumayı öğrendim genç yaşta...
Sonra kalabalıklarla birlikte yürümek gerektiği fikrine vardım.
Sonra da asıl yürüyüşün kalabalıklara karşı olması gerektiğine aydım.

Düşünmeyi öğrendim.
Sonra kalıplar içinde düşünmeyi öğrendim.
Sonra sağlıklı düşünmenin kalıpları yıkarak düşünmek
olduğunu öğrendim.

Namusun önemini öğrendim evde...
Sonra yoksundan namus beklemenin namussuzluk olduğunu;
gerçek namusun, günah elinin altındayken, günaha el
sürmemek olduğunu öğrendim.

Gerçeği öğrendim bir gün...
Ve gerçeğin acı olduğunu...
Sonra kararında acının, yemeğe olduğu kadar hayata da lezzet kattığını öğrendim.

Her canlının ölümü tadacağını, ama sadece bazılarının
hayatı tadacağını öğrendim.

Ben dostlarımı ne kalbimle ne de aklımla severim.
Olur ya...
Kalp durur...
Akıl unutur...
Ben dostlarımı ruhumla severim.
O ne durur, ne de unutur...

24 Aralık 78 Maraş

Bugün Maraş Katliamının yıldönümü. Yaşanan bu katliamı anmak isteyenleri engelleyerek, yapılacakları yasaklayarak unutturamaz, tarihi silemezsiniz. Bu gerçek Türkiye'nin utançlarından biridir. Tek yol gerçekleri ortaya çıkarmak, hesaplaşmaktır.

Beşiktaş JK: 36 Ankara İl Özel İdare: 25

* Güzel insan şu henbolcular vallahi(!), kulüp gitikçe dibe batıyor, paralarını alamıyorlar, tribünlere taraftar gelmiyor ama bu adamlar her sene aynı şekilde devam etmeyi bi şekilde başarıyorlar. Dünyanın başka yerinde böyle bir durum olsa inanılmaz başarı hikayesi ibaresi ile belki filmleri çekilir, heykelleri dikilir.
* Ligin 6. haftası ve namağlup yolumuza devam ediyoruz.
* Beşiktaş ile karşılaşacak rakip takım oyuncularınının maç öncesi psikolojik durumları nasıldır acaba? Ne hissediyorlar?
* Futbolda yapamadıklarımızı hentbolda görmek güzel, altyapıdan çıkan gençlerimiz var!
* Hentbolcuların gollerden sonra tribünlere bakıp taraftarlarla göz göze gelmesi ne kadar güzel, "bu gol senin için" dermiş gibi.

* Tribündeki insan sayısı o kadar az ve o kadar bilindik simalar ki oyuncularda tanıyor gelenleri. Değil profesyonel maç, başka mahalleden kişilerle yapılan maça çağrılmış arkadaşlar gibi. Ortada iddasına bi baklava yok.
* Yaşlandım sanırım, her seferinde salona giden o yokuşu çıkarken dahada fazla terleyip, yoruluyorum.

Küpeli zibidi

Günler süren planlar sonucunda aşağıda bir yerde yazdığım şekilde evlenme teklifinde bulundum, kabul da görüldü. Ailelerin durumu öğrenmesiyle "ne zaman tanışıcaz? hadi oğlum" baskılarıyla acil etiketi ile bütün planlar iptal edilerek tanışma faslı öne çekildi ve gün geldi çattı. Elde çiçek, çikolata, üstümüzde resmi sayılabilecek kumaş bir pantolon, onu tamamlayan siyah gömlek ve gri bir kazak. Oldum olası resmi giyimden nefret etmişimdir, insan kendini nasıl rahat hissediyorsa o şekilde giyinmeli. Onun yanısıra bir insanın giyim tarzı karakterinide yansıtır. Ama bazen baskılara/adetlere istemesinizde boyun eğmek zorunda kalıyorsunuz. Hayatta farkında olmadan iş görüşmelerinde, yolda yürürken karşıdan gelen veya yeni tanıştığınız biri tarafından bazen detaylıca, bazen ise öyle gözucuyla tartılırsınız, bazen bu tartılma olayını farkına varrısınız bazen tınlamaznız. Ben bu tür davranışlardan pek hoşnut olmayan biri olarak bariz herkesin gözü üzerimde olduğunu bilerekten, ileride kayınpederim ve kayınvalidem olacaklarını düşündüğüm insanların yanısıra gayet kalabalık bir topluluğun karşısında kuruldum koltuğa. İnsanın kendinisini o kurbanlık hayvan pazarında kurbanlıklar gibi hissetmesi nedir o zaman anladım. Aman Allahım o ne süzmeler, ne tartmalar! "Bu mu benim kızıma talip olan şu küpeli kıl kuyruk?" bakışları ki sessiz sedasız gömüldüm kolduğa, koltuk mu rahattı yoksa ben o bakışların ağırlığından mı ezildim çözemedim. Bi ara kendimi mutfağa attığımı hatırlıyorum, biraz nefes almak, biraz gözlerden uzak kalmak iyi oldu. Kafayı dağıttım, arada tevedeki Trabzon maçına göz gezdirdim. Tabi bu arada içeride iyice birbirleriyle ahpab olan iki aile bireylerinin sesleri kulaklarımıza gelmeye devam ediyordu. Bizim oralı insanlar öyledir, ufak yer olmasından dolayı eskiler birbirleri ile bir şekilde bir ortak tanıdık bulurlar, kaynaşırlar. Geceyi biraz heyecanlı, biraz sıkıntılı şekilde kazasız belasız atlattık, sözüde. Artık sözüde başka zaman yazar, gün gelir bakar bakar iç çekerim!

Tiyatro - Kadın Hayattır Memattır Kadın

Bu seneki tiyatro sezonunada biraz gecikmeli olsada açmış bulunmaktayım, "ne mutlu bana" diyip gitmiş olduğum oyun hakkında bir iki kelam edeyim.

"Kadın Hayattır Memattır Kadın" isimli oyunumuz Sema Keçik Karabel - Arzu Işıtman ikilisi tarafından kaleme alınmış, yönetmen koltuğuna baktığımızda Sema Keçik Karabel görüyoruz. Oyunun müzikleri Aytekin Ataş tarafından yapılmış ki ben gerçekten çok beğendim. Sahne dekoru Sebahat Çolakoğlu tarafından iki farklı şekilde tasarlanmış, ki gayet başarılı.
Diğer oyunlarla karşılaştırıldığında süre bayağı bi kısa kalıyor, sadece 55 dakika. Oyun bittiğinde "bitti mi bitmedi mi" diye bi kararsızlık yaşamadım dersem yalan söylemiş olurum. Tabi şöyle bi gerçekte var; böyle bir konu süre uzadıkça daha sıkıcı olabilirdi, ne kadar da oyun yerinde sonlandırılmış olsada insan sürenin kısa olmasından dolayı yadırgıyor. Oyun müziklerini beğendiğimden bahsetmiştim, bu müzikler dans koreografileri ile destekleniyor ki sıkıcı olabilecek bi oyun bu sayede izleyicilere daha iyi vakit geçirtebiliyor. Bayanlardan oluşan beş kişilik oyuncu kadromuzun performansı ise böyle bi oyun için yeterli, konuya bakıldığı zaman çok iyi bi oyunculuğa lüzumda yok zaten.

Birazda oyunumuzun konusundan bahsedelim; Tanzimat sonrası, Osmanlı'nın son dönemlerinde değişen sanat algısının içerisinde kendi dallarında öncü olan kadınlarımızın -İlk kadın bestekârlarımızdan Leyla Saz, ilk kadın şairlerimizden Nigar Hanım, İlk kadın romancılarımızdan Fatma Aliye, ilk kadın ressamlarımızdan Mihri Müşfik ve ilk kadın heykeltıraşlarımızdan Zerrin Bölükbaşı- o dönem içeirisinde yaşadıkları sıkıtıntıları, baskıları, yanlızlıkları kısacası varolma mücadelesi kendi ağızlarından sahneye aktarılıyor.

NotEee: Gideceklerin çok fazla beklenti içerisinde olmaması gerektiğini söyleyerekten iyi eğlenceler diliyorum.




Yazan : Sema Keçik Karabel - Arzu Işıtman
Yöneten : Sema Keçik Karabel
Dramaturgi : Arzu Işıtman
Koreografi : Cihan Yöntem
Müzik : Aytekin Ataş
Sahne Tasarımı : Sebahat Çolakoğlu
Işık Tasarımı : Kemal Yiğitcan
Kostüm Tasarımı : Nihal Kaplangı
Efekt : Metin Taşkıran
Yönetmen Yardımcısı : Buket Yanmaz Kubilay - Özgürefe Yeşilpınar

OYUNCULAR
Bensu Orhunsöz, Mehperi Mertoğlu , Özge Midilli, Rozet Hubeş, Şehnaz Bölen Taftalı

Ömrümün geri kalanı

* Beşiktaş Yıldız parkı, kuş sesleri, ortamda cirit atan sincaplar, toprak kokusu.
* Kalp şeklinde üzerinde seni seviyorum yazan iki yastık
* İki kadeh
* İyisinden bir şişe şarap
* Kırmızı kutu içerisinde tek taş yüzük ve yanına koyulmuş bir adet ufak gül
* Kalp şeklindeki hediyelik kutunun iç kapağında bulunan aynaya yazılmış "Benimle Evlenir misin?" sözcüğü, içerisinde kırmızı ve beyaz gül yaprakları, ortasında kırmızı yüzük kutusu.

* Cemal Süreyya'dan: "Yarın bizi beraber görenler "kimdi o yanındaki" diye sorarlarsa beni detaylı anlatma. Kısaca; "ömrümün geri kalanı" dersin." dizesi ve devamında "ömrümün geri kalanı olurmusun?" sözcüklerinin ağızdan dökümlesi.
* Ve "Benimle Evlenir misin?" ile final.

23EKIM11

Ceketini de al git be...!

* Münferit başlayan bi protestonun bile kulüp içinden, tribünlerden birilerini rahatsız etmişse, hangi saflarda olduklarını ortaya çıkarmışsa başarıldır. Evet, sayı ve organizsayonda bir takım eksiklikler, sıkıntılar yaşanmış olunabilir hatta orada ki bireysel davranışlarda sorgulanabilir, eleştirilebilir ama bi şeylere bi yerlerden başlamak gerek. Umarım bu yapılan bi şeyleri ateşler ve giderek büyüyerek devam eder.
Gelenlerin de yüreğine sağlık.

Herşeyden, kendimden bile önce Beşiktaş!

2 Temmuz 1993 - Katillerine sahip çıkan devlet!

...2 Temmuz 1993. İlk önce katilleri temize çıkartmak için başka suçlular aradılar, daha sonra Alevi çalıştayları yaparak Aleviliği zihniyetlerine uygun kalıba sokmak için çaba gösterdiler, yıllardır Madımak Oteli'ni “Utanç Müzesi” olmasını isteyen insanlara inat bilim ve kültür müzesi olarak düzenleyip hayata geçirdiler, bi de utanmadan 33 kişiyi katlederken ölen Ahmet Alan ve Hakan Türkgil gibi faşist-yobazların isimlerini bu insanların isimleri yanına yazdılar. Bunu ise insanca düşündük safsataları ile süslediler. Yetinmeden düzenin valisi tarafından her sene düzenlenen anmaları yapmak isteyenlere tehtidler savurdular. Bugün yapılan gösterilerde ise hastalıklı zihniyetlerini yaptıkları müdahaleyle iyice ortaya serdiler.

68 aynıydı, 78 aynıydı, 80 aynıydı, 93 aynıydı ve niceleri hep aynıydı; yıl 2011 ve bu hastalıklı zihniyet bugünde aynı, hiç değişmedi!

Şarkılarla Geçtim Aranızdan

Çok iken bir şeydik, bir iken çok şey... Acı biber turşusu yedik. Otuz metre karede her şeyle çok seviştik. Toprak sahipleri, çok uluslu şirketleri ve işbirlikçi yerlileri, çete sahipleri ve yalakaları, baş ve bakanları, milletlerin bekçileri ve sürülerinin olduğu yerde yer kavgası vermedik. Hiçbir yerdeydik...

Biz başka severdik, o sebepten başka sevmedik!

... büyük üstad Nazım Hikmet'in “Biz başka severdik, o sebepten başka sevmedik” dediği gibi bizde başka sevdik. Kimin Beşiktaş'ı niçin sevdiği beni ilgilendirmez ama Beşiktaş tek başına ne futboldur, ne bir-iki kupa ne de para için gelen dünyaca ünlü fotbolculardan ibarettir. Beşiktaş Şeref Bey'dir, Baba Hakkı'dır, Fuat Balkan'dır, Süleyman Seba'dır, Baba Recep'tir; kalbinde yaşatan, hizmet eden niceleridir. Futbolundan, hentboluna, satrancına kadar Beşiktaş armasının taşındığı her yerdir.
Her sene buradan insanları eleştiriyoruz, yerden yere vuruyoruz. Tek derdimiz birileri yazdıklarımızı okurda bu tür anmalara katılarak Beşiktaş'ın sadece alınan bir-iki kupadan ibaret olmadığının idrak edilmesi içindir. Bu sene geçen senelere göre gözle görülür bir artış söz konusu, tabiki bu artış öyle yüzlerce ifade edilebilecek gibi değil ama olsun bu da insanı mutlu etmeye yetecek bir durum. Aslında bir oyuncu için 10-15 bin kişinin tribünleri doldurduğu düşününce gönülde bir burukluk olmuyorda değil.

Geçmiş zamanlarda oyuncular, amatörler, yöneticiler bu tür anmalara katılır, sezonu bu şekilde açarlardı. Günümüzde taraftarın bile doğru dürüst önemsemediği bu tür anmalara yöneticileri görmek imkansız, en fazla parayı basıp çelenk gönderiyorlar. Ligden düşen, şampiyon olan takımının yanında olmayan bir başkanın böyle bir anmada olmasını beklemek sanırım hayalprestliğin nirvanası olur.
Şeref Bey'i anmaya gelen, gelmek isteyip işleri dolayısıyla gelemeyen gönüldaşlara selamlar olsun. Geri kalan mı? Koy gitsin!

Beşiktaş Şeref'tir; Şeref Beşiktaş'tır!

Güneşi İçenlerin Türküsü - Nâzım Hikmet



Bu bir türkü: -
toprak çanaklarda
güneşi içenlerin türküsü!
Bu bir örgü: -
alev bir saç örgüsü
kıvranıyor;
kanlı, kızıl bir meşale gibi yanıyor
esmer alınlarında
bakır ayakları çıplak kahramanların!
Ben de gördüm o kahramanları,
ben de sardım o örgüyü,
ben de onlarla
güneşe giden
köprüden
geçtim!
Ben de içtim toprak çanaklarda güneşi
Ben de söyledim o türküyü!
Yüreğimiz topraktan aldı hızını;
altın yeleli aslanların ağzını
yırtarak
gerindik!
Sıçradık;
şimşekli rüzgâra bindik!
Kayalardan
kayalarla kopan kartallar
çırpıyor ışıkta yaldızlanan kanatlarını.
Alev bilekli süvariler kamçılıyor
şaha kalkan atlarını!

Akın var
güneşe akın
Güneşi zaptedeceğiz
Güneşin zaptı yakın!

Düşmesin bizimle yola:
evinde ağlayanların
göz yaşlarını
boynunda ağır bir
zincir
gibi taşıyanlar
Bıraksın peşimizi
kendi yüreğinin kabuğunda yaşıyanlar!
İşte:
Şu güneşten
düşen
ateşte
milyonlarla kırmızı yürek yanıyor!
Sen de çıkar
göğsünün kafesinden yüreğini;
şu güneşten
düşen
ateşe fırlat;
yüreğini yüreklerimizin yanına at!

Akın var
güneşe akın
Güneşi zaaptedeceğiz
Güneşin zaptı yakın!

Biz topraktan, ateşten, sudan, demirden doğduk!
Güneşi emziriyor çocuklarımıza karımız,
toprak kokuyor bakır sakallarımız!
Neşemiz sıcak!
kan kadar sıcak
delikanlıların rüyalarında yanan
o "an"
kadar sıcak!
Merdivenlerimizin çengelini yıldızlara asarak
ölülerimizin başlarına basarak
yükseliyoruz
güneşe doğru!
Ölenler
dövüşerek öldüler;
güneşe gömüldüler.
Vaktimiz yok onların matemini tutmaya!

Akın var
güneşe akın
Güneşi zaaaptedeceğiz
Güneşin zaptı yakın!

Üzümleri kan damlalı kırmızı bağlar tütüyor!
Kalın tuğla bacalar
kıvranarak
ötüyor!
Haykırdı en önde giden,
emreden!
Bu ses!
Bu sesin kuvveti,
bu kuvvet
yaralı aç kurtların gözlerine perde
vuran,
onları oldukları yerde
durduran
kuvvet!
emret ki ölem
emret!
Güneşi içiyoruz sesinde!
Coşuyoruz,
coşuyor!...
Yangınlı ufukların dumanlı perdesinde
mızrakları göğü yırtan atlılar koşuyor!

Akın var
güneşe akın
Güneşi zaaaaptedeceğiz
Güneşin zaptı yakın!

Toprak bakır
gök bakır.
Haykır güneşi içenlerin türküsünü,
Hay-kır
Haykıralım!

Nâzım HİKMET

İnternetime Dokunma Mitingi

İnternet üzerinde filtreleme programı diye arattığımda 2007 tarihili bir habere denk geldim, şöyle yazıyordu; "Radyo ve Televizyon Üst Kurulu (RTÜK), internet kullanımını çocuklar için bir tehlike olmaktan çıkartmak, çocuklara güvenli internet imkanı sunulmasında anne ve babalara destek olmak amacıyla internet sitesine ücretsiz filtreleme programı yerleştirdi". İnternetde arattığımızda bu ve benzeri birçok basit uygulamayı bulmak mümkün. Peki ne oldu da devlet baba (hükümet) bugün bir anda çocuklarımızın güvenliğini, ahlakını bizden çok daha düşünür oldu? Evet, asıl sorulması gereken soru bu. İstenen söylendiği gibi çocuklarımızın güvenliği mi yoksa insanların fişlenmesi, bilgiye ulaşmak isteyenlerin önün kesilmesi, kendi gibi düşünen bir toplum yaratma çabası mı? İlk seçenek yukarıda verdiğim örnek göze alındığında pek makul gözükmüyor. “Bu tür bir uygulamayı biz nasıl kuralım” gibi bir savunma şu devirde pek gerçekçi değil, siz yapamasanız bile çevrenizde gerek parayla gerekse yapabilecek ahpab eş dost bulabilirsiniz. Bazı insanların savunması ise “bakın adam elli defa dedi öyle bir şey yok” gibi yaklaşımlar. Bırakın btk başkanını bu ülkenin başbakanı sabah söylediğini akşam kendi ağzıyla yalanlayabiliyorsa hazırlanan belgede ki maddeler ortadayken sırf “bunu nasıl sansür olarak algılayabiliyorsunuz” tarzında yaptığı açıklamadan dolayı btk başkanına inanmak, bu cümlelere itibar göstermek pek akıl karı değil! Bazı gazete köşelerinde ise yapılmak istenenin sansür olmadığı ısrarla dile getirilirken maddi açıdan getireceği artı olarak ise “bu sayede çocuklarının gelişimine kötü etkiler getireceğini düşünenler güvenle evine internet alabilcek bu da internet kullanan insan sayısında artış gösterecek” diyerekten tedavisi zor bir hastalığa tutulmuş hasta misali belirtiler göstermektedirler. Benim takıldığım başka bir savunma biçimi ise “nasıl uygulanacağını görmeden eleştirmeyin“ tarzı yaklaşımlar, bu tarz gayet masumane, geçmişten bi haber, siyaset ile hayatlarındaki gerçeklerden bi haber yaşayan insanımızın safça yaklaşım şekli. Siz hangi yasanın çıkmasından kısa süre sonra “ bu bizim halkımızın zararına oldu” diyip kaldırıldığını? Yaklaşık bir aydır “İnternetin Güvenli Kullanımına İlişkin Usul ve Esaslar” tartışıla duruyor, sonunda internet ortamında yapılan örgütlenme sonucunda Pazar günü –arap ülkelerindeki ayaklanma gibi- Türkiye’nin dörtbir tarafında insanlar biraraya geldi. Bu mitingin siyasal olduğunu idda edenler oldu. Evet, siyasal tarafıda elbet olacaktır. Nasıl ki birilerinin ölüsü üzerinden din kullanılıyorsa, siyasete alet ediliyorsa bununda siyasi bir malzeme tarafı olacaktır. Ama bu yürüyüşü diğerlerinden ayırt eden tarafı; bugüne kadar herhangi bir gösteriye katılmamış, genci, yaşlısı, sağcısı, solcusu, ünlüsü, ünüsüzü halkın birçok farklı kesiminden farklı platformalardan insanın bu sansüre, özgürlüğüne yapılan müdahaleye ses çıkartmak için bir araya gelmesiydi.

İstanbul’da ki özgürlükçülerin toplanma yeri Taksim’di. Taksim meydanından tünele kadar olan yürüyüşte binler olduk, sel gibi aktık. Elimizde pankartlar ağzımızda sloganlar kah sert kah espirili bir şekilde rengarenk, karnaval havasında bir protesto gösterisi düzenledik. Bizler 15:30 gibi gösteriden ayrılırken daha arka saflardan yeni kalabalıkların gelişi, akşam gösterinin görüntülerini izlediğimde ne kadar büyük bir protesto gösterisi yapıldığı görmek benim adıma sevidiriciydi. Malumunuz insanımız toplum bilincine ulaşamamış bireylerden kurulu, kendine dokunmadığı sürece ses veren bir toplum değiliz. Umarım bu hem bir başlangıç olur hemde bu zihniyetin aklına başına almasını sağlar.

2010-2011 Hentbol Süper Lig Şampiyonu BEŞİKTAŞ, her zamanki gibi!



* Telkinler, insanların birbirlerine haber vermesi, sanal ortamda organize olunması sayesinde bugün salon gayet doluydu. Tabiki sadece şampiyonluk maçı olduğunda değilde her zaman böyle olması dileğiyle diyelim.

* Özellikle maçın ilk yarısı İzmir BB kazanmak için bütün eforunu sarf etti, bi ara farkı 5 sayıya kadar çıkartmasına rağmen taraftar takımın oyundan kopmaması için elinden geleni yaptı; taraftar coştu, takım coştu; takım coştu, taraftar kendinden geçti. Maçın 2. yarısının ortasından sonra ipleri elimize aldık ve maçıda 33-27 kazanarak bu sezonki 3. kupayı müzemize götürdük.

* “Baba çok sağlam tribün yaptık” diye sağda solda anlatarak hava atılacak futbol haricinde ki branşlarda gördüğüm son yıllardaki en başarılı tribün performansıydı. Biraz kaba olacak ama götümde ki donuma kadar terledim, hatta yerde ufak bi gölcük oluştu desek yeridir.

* Bir iki ufak küfür haricinde rakiple uğraşmak yerine takıma destek verilmesi tribün açısından centilmenlik ve taraftarlık nasıl olunurun örneklerindendi.

* İçerisi tıklım tıklım, insanların kendinden geçmiş, bi de ortam havasız; arkadaş bu salona kim bakar, görmez mi havasız olduğunu, neden yatırım yapıp doğru dürüst bir havalandırma yaptırmaz? Yuh!



* Ne ligden düşerken, ne de şampiyon olurken takımın yanında olmayan başkana .........!

* Maçın son dakikalarını ve kupa seramonisini elimizden geldiğince görüntülemeye çalıştık. Gelmek isteyip gelemeyen, başka şehirde ülkede olan, taraftar olduğunu söyleyip bu tür branşlarla yakından uzaktan alakası olmayan arkadaşların izlemesi için yukarıda ki vimeo bağlantısına buyurunuz.

Lâlezar

Yağmurdan sonra etrafı kaplayan toprak kokusu beni mest eder...

Filmlerde ” kuzum pembe panjurlu bir evimiz olsun, bahçesinde çocuklarımız koşsun” tarzı replikler vardır ya bende bu repliklerde ki gibi hayalleri olan biriyim. Hayallerimde pembe panjur olmasa dahi envai türlü sebzelerin yanısıra türlü türlü çiçekler yetiştireceğim bağı bahçesi olan bir köy evi süsleyiverir. Sabah kalktığım zaman büyük şehirin o kokuşmuş havasını solumak, karşı binanın duvarı ile selamlaşmak, keşmekeş trafik içerisinde kaybolmak yerine ayvana çıkıp dağların üstüne çöken sisi görmek, etrafta farklı hayvanların seslerini duymak, ciğerlerimi o temiz hava ile doldurmak ve toprakla bir bütün olarak yaşamak beni cezbeder. Belkide toprağa bu kadar özlem duymamın nedeni köyde doğan bir insan olmamdır. O zamanın şartlarından dolayı baba İstanbul'u yolunu tutunca daha sonra bizede taşı toprağı altın memleket İstanbul'un yolları gözükmüş. Bendeniz küçük, minnacık bir yaşında bebek; tâ o zamandan bu zamana kadar bu büyük şehrin derdini tasasını çekiyoruz. Yazları maddi durumumuz, tatil süremiz izin verdikçede yepyeşil memleketimize doğru yol alıyoruz. Malum oralara gittikçe içimizde ki özlemi bir nebze gidersekte İstanbul denilen şehir her tarafı betonlarla kuşatılmış, insanların doğaya yabancılaştırıldığı bir kent! Bu beton şehirde birçok kişiye göre ben biraz daha şanslı olsam gerek, oturduğum apartmanın önünde birkaç metrekarelik bir alan bulunmakta; işte bu alanda gül, sardunya, yonca, birkaç fidan ve son olarak uzun zamandır yetiştirmek istediğim laleler mevcut. Her zaman şu dünyaya kalıcı bir eser, insanların yararına bir şeyler bırakmadan gitmek istemediğimi dile getirip durdum. Birkaç çiçek dikmek bu düşüncemi tam olarak karşılamasada insanların binanın önünden geçerken rengarenk bahçemi görüp tebessüm etmeleri bile beni mutlu eder.

Yukarki satırlarda toprağa olan özlemimizden, nedeninden bahsettik ama “bu lâle yetiştirme hevesi nereden çıktı” derseniz eğer daha önceden burada paylaşmış olduğum Katre-i Matem isimli İskender Pala'nın kaleme aldığı romanı hedef göstereceğim. Yazar lâleleri o kadar güzel anlatmıştı ki içimde lâle yetiştirmek için önlenemez bir istek duydum. Belki bu kelimelerim sizlere abartılı gelebilir, ama değil. Manyak mıyım? Değilim, tabiki bir erkeğin bu tür şeylerle uğraşması biraz garip gelebilir, kabul ediyorum. İşte bu hevesle gerek farklı sayfalardan gerekse bloglardan temaslar kurarak bilgiler edindim, daha sonra geçen ekim ayı gibi en yakın fidanlığa gidip fark farklı renklerde lâle soğanları satın aldım. Bir insanın çocuğu doğmadan önceki zamanlarda nasıl odasını, giyeceklerini hazırlarsa bende lâlelerim için onların evi olacak toprağı çiçekçiden aldığım gübreli toprakla harmanladım, iyi bir ortam hazırlamak için çaba gösterdim. Daha sonra ise tek tek ellerimle, özen göstererek toprağa ektim. Lâleler sonbahar aylarında ekiliyor ve bahar aylarında yüzünü göstermeye başlıyor. - Birkaç cümle önce manyak değilim dedim ama şimdi yazacaklarım kesinlikle manyakça- Ekmemden bugüne kadar olan süreçte her sabah çiçeklerime “günaydın” diyerek güne başladım, her akşam “iyi akşamlar” diyerekten günü bitirdim. Kısacası sadece ekmekle, su vermekle yetinmedim lâlelerime sevgide verdim. Biliyor musunuz bir canlının ellerinizde büyüdüğünü görmek size inanılmaz bir mutluluk veriyor, önlenemez bir bağlılık hissi doğuruyor. Ben bekar olduğum, doğal olarak da çocuğum olmadığı için böyle bir hissin ne anlama geldiğini bilmiyorum, aynı kefeye konmaz ama bu çiçek yetiştirme işi bile insana farklı hisler tattırmak için yeterli oluyor. O kadar ki ilk lâlerim çıktığı zamanlarda iki tane lâlemi dangozun biri veya birileri koparmıştı; nasıl sinirlendiğimi, o insanları nasıl pança pinçik hale getirmek istediğimi anlatamam.
Şunu diyebilirsiniz; “bu kadar üzerine titremenin, beklemenin, masrafın ve uğraşmanın sonucuna değdi mi ve biraz abartmıyor musun?” Fotoğraflarda da göreceğiniz üzere kesinlikle değdiğini söylemeliyim, ayrıca abartmıyorum. Denemenizi öneriyorum.

Devrimden Sonra [2011]

Sinema tarihine bakıldığı zaman yapılan filmler sadece sanat veya para için yapılmamıştır. Bazen yaşam tarzlarının empoze edilmesi, bazen farklı düşünceleri karalamak, bazen ise istenilen siyasal düşünceleri şırıngalamak içinde kullanılmıştır. Örnek olarak abd'nin devamlı dünyanın başına gelen belalar serisinden kendine kurtaracı rolü biçmesi veya yahudilerin 2. dünya savaşını konu alan bilmem kaç yüz film çevirmesi gibi konular gösterilebilir. Sinema, basın gibi yazı veya görsel iletişimi iyi kullanabilen düşünce toplulukları çok daha büyük kitlelere rahat bir şekilde ulaşabilmekte, isteklerini, dertlerini, yapabilceklerini anlatarak kendine meyilli veya kendi gibi olanlar ile buluşabilmektedir. Tabi burada altı çizilecek nokta bu iletişim yapılarını iyi kullanabilmek. Belli bir süredir beklenen bir film olan “Devrimden Sonra” 6 Mayıs gibi anlamlı bir günde vizyona girdi. Konu olarak bakıldığı zaman gerçekten ilgi çekici, oyuncu kadrosu kaliteli oyunculardan oluşmuş, filmin arkasında ise Nazım Hikmet Kültür Merkezi var. Peki bu kadar artının olduğu bir film nasıl mundar edilir?

Filmin ismine bakıldığı zaman siyasi bir film olacağı aşikar, yıllarca karalama kampanyasına maruz kalmış bir siyasal görüşün anlatıldığı bu film muhafazakar olan Türkiye toplumuna göre zaten tersken siz filmi propaganda tarzı ele almaya kalkarsanız eğer benim gibi bir izleyicinin aklına ilk gelecek olan “bu film sadece belli bir kesim için çevrilmiş” düşüncesidir. Kısacası yukarıda yazdığım büyük kitlelere ulaşma hedefi düşüncesine tezat olan sadece birilerinin kendini eğlendirme çalışmasından öteye gitmeyen bir çalışma ortaya çıkar. Filmin yönetmeni Mustafa Kenan Aybastı “Ama ben sosyalistlerin izlemesi için bir film yapmadım” diye söylesede 8 farklı kısa öykünün birleşmesinden, belli bir konu bütünlüğü olmayan, özü sosyalizm olan bir sinema filmine Türkiye'de hangi profilde izleyici gider ve sayısı ne kadar olur? İllaki sosyalizm şudur budur diye üstüne basarak sadece belli bir kesime hitap etmek yerine dünyada birçok örneği olan tarzda insanların bilinçaltlarına hitap eden daha büyük kitlelere ulaşabilen filmler yapmak daha mantıklı değil midir? Tabiki isteyen istediğini yapar, ama bana göre kötü bir yapım, sevgili dostuma göre ise “ilkokul müsamelesi gibi olmuş”.

Buradan yönetmenin film ile ilgili söyleşisine ulaşabilirsiniz.

1 Mayıs - Boyun Eğme

Genellikle sabahları omuzlarımda bir yük, kafamda tepinin filler, içimde bir karamsarlıkla uyanırım. Bu sabah ise farklı(!), yeni bir yaş, yine bir bayram. Ne güzel... Dünden kalan yorgunluğa gece uykusuzluk, sabah erken kalkmakta eklenince ortalıkta ruhvari dolaşan bir tip peydah oluyor. Ağır hareketlerle ancak yarım saatte el yüz yıkama faslı, giyinme derken evden çıkabiliyorum. Malum günlerden pazar, insanların çoğu yataklarda, olmayanlar ise bayram için toplanılacak semtlerde, yollar bomboş, minübüsler yolcu avında, ağır ağır seyirde. Mimübüsdeyken yol kenarında bir duvarda gözüme bi afiş çarpıyor; “1 Mayıs'ı bayram yaptık, Taksim'i açtık” diye. Aklıma 2009 yılında sendika binasının önünde polisin vatandaşlara yaptığı müdahale geliyor. Dışarıya çıkmaya çalışan vatandaşlara panzerlerin tazikli su sıkarak binadan dışarı çıkarmamak için yaptıkları, bir devlet memurun bir polis memuru tarafındanyerdeyken kafasına atılan tekmeler, sonra aklıma miting dağılırken sessiz sedasız yürüyen gençlere tekme atan polisler. Bu afiş istemsizde olsa düşünmeye itiyor insanı; “bu insanlar tazyikli sulara, biber gazlarına, coplara, tekmelere, yumruklara, tokatlara rağmen mücadele etmeselerdi siz yine bu hakkı tanırmıydınız?” diye. Her zamanki gibi istikametimiz Üsküdar, malum Taksim'e en kolay çıkış güzergahı Dolmabahçe. Ama daha önemlisi Şeref Bey'in o güzel yüzü. Tek taşla iki kuş, Hak ve sevda!
Bu senenin en farklı görüntüsü sanırım Numan Kurtulmuş'un partisi olan Has Partiydi, ondan sonra ise mitinge mehteran ile gelenlerdi. Pek alışagelmiş bir durum değil! Biz ise geçen seneki gibi bu senede TKP ile beraber yürüdük. Bu esnada TKP'nin seçim için hazırlatmış olduğu kısa filmlerinde çok başarılı olduğunu söylemeliyim, diğer partilerin oy isteyen saçma sapan afişleri yerine oy isterken mesajda verme çabası takdire şayan, düşünenlerin akıllarına sağlık.
Ağır adımlar, sloganlar, şarkılar ve büyük bir kalabalıkla yürüyüp meydana polis aramasını geçtikten sonra ulaşabildik. Gerçekten mahşeri bir kalabalık, iğne atsanız yere düşmez. Sendikalar, partiler, taraftarlar, işçiler, emekçiler, feministler, travestiler,eşcinseller, kapalılar, açıklar, çocuğunu yanına alıp gelenler ve niceleri. Sesini duyurmak isteyen herkes, bir renk cümbüşü, ne hoş! İşin daha güzeli ise son iki senedir meydanda veya ondan öncesinde şiddet olaylarının meydana gelmemesi, siz bunu nasıl algılarsınız bilmem ama ben polisin yani kısacası devletin halkına güç gösterisi peşinde koşmak yerine insanlara haklarını verdiklerinde hiçbir olayın olmadığını göstergesi olarak algılıyorum.

Sonuç olarak şarkılarla, türkülerle, halaylarla, sloganlarla bayramımızı kutladık. Son söz ise TKP'nin dediği gibi; ”boyun eğme”.

Tiyatro - Ben Sinema Artisti Olmak İstiyorum

Yakın zaman içerisinde geçmiş günlerin birinde ismini hatırlayamadığım bir kanalda Nilgün Belgün kızıyla beraber konuk olmuştu. 58 Yaşında olmasına rağmen hâlâ neşesini korumaya devam ediyor. Hayata böyle sıkı sıkıya tutunan, enerji dolu olan insanları severim, ki bende aynı karakterde bir insanım. Programda konuşulan konular kişisel, medyatik şeyler olduğundan dolayı pek dişe dokunur, insanın işine yarayan bilgiler teşkil etmesede gayet keyifli bir sohbet olduğunu söylemeliyim. Nilgün Belgün kariyerini anlatırken o kadar tiyatro oyununda oynamasına rağmen kitlelerin kendisini tevede tanıdığından bahsetmiş ve sonunda tiyatro ile sinema oyunculuğu arasında şöyle bir karşılaştırma yapmıştı; sinema yönetmenindir, tiyatro ise oyuncunundur. Çünkü sahne çıktınız mı yönetmen filan kalmaz. Siz ve seyirciler...

Erhan Yazıcıoğlu, ne yalan söyliyim ben kendisinin tiyatro oyuncusu olduğunu bilen biri değildim. Sadece tiyatro oyunculuğu mu? Sinema oyunculuğu, yönetmenlik ve seslendirme sanatçısı. Kendisini teve ekranlarında sunduğu seç bakalım isimli programdan hatırlıyorum. Yılların vermiş olduğu gözlemle insanda şöyle bir algı oluşuyor;”eğer bu insan böyle bir program sunuyorsa çoğunlukla boştur” Ama malesef ki böyle ülkemizde oduncu olacak insanlara oyunculuk, güzelliğinden dolayı sunuculuk teklif edildiğini düşünürsek ister istemez bir önyargı oluşuyor. Herneyse, geçte olsa kendisinin gerçekten donanımlı bir insan olduğunu öğrenmiş bulunmaktayım.

Tanıtmak istediğim amerikalı bir yazar olan Neil Simon’ın kaleme aldığı çevirisini Bilge Koloğlu’nun yaptığı yönetmenliğini ise S. Bora Seçkin üstlendiği “Ben Sinema Artisti Olmak İstiyorum” isimli tiyatro oyunu. Tiyatro veya sinemaya giderken insanlar yapılan tanıtıma bağlı olarak bir beklenti içerisinde giderler ve konu ağırlıklı olarak bu şekilde geçer. Ne biliyim komedi diye giderseniz gülmek isterseniz, dram için giderseniz eğer ağlamak isterseniz gibi. Bu tür tek duygu üzerinden gidilen oyunlarda izleyici tek bir hedefe odaklanacağından dolayı beklentiler belli bir seviyede kalırken oyuncular içinde iş biraz daha kolaylaşıyor. Ama bir dram üzerinden komedi çıkarmak isterseniz öyle bir denge sağlamanız gerekir ki izleyici keyif alabilsin, sıkılmasın, farklı duyguları aynı anda yaşayabilsin. Sadece konunun başarılı olması bazı durumlarda yetmez, oyuncuların performansıda eşlik etmesi gerekir, işte oyunumuzda bu iki faktörün birleştiği oyunlardan biri!

Terkedildikleri o günden bugüne kadar tam tamına on altı yıl geçmişti. Nasıl karşılanacağını bilmeyerek girdi kapıdan, daha uyanmamıştı. Onu karşılayan Steffy’di (Ezgim Kılınç). Steffy onun sevgilisiydi; alımlı, hoş bir kadındı. Kısa bir konuşmadan, tanışma faslından sonra Steffy işleri için ayrıldı evden, artık oda da tek başınaydı. Heyecan, korku, tedirginlik, mutluluk, karamsarlık gibi duygular birbiriyle yarışıyor, hepsi birbirine galip gelmeye çalışıyordu. Kısa bir süre sonra beklenen an geldi çattı. Dün akşamdan kalmış halde gözlerini açamaya çalışan Herbert ile odanın ortasında karşılaştılar, ne diyeceğini bilmeyerek geçen o kısa zaman dilimi ne kadar uzun sürmüştü, bitmek bilmeyen saniyeler. Her biri bir sene gibi. Halbu ki aklından geçenleri defalarca tekrarlamış, aklının bir kenarına asmıştı. Sonunda cesaretini topladı ve konuşmaya başladı, ağzından sözcükler ağır ağır dökülüyordu; “ben kızın Libby”. Libby (Derya Çetinel) artist olmak için gelmişti Hollywood’a, onu yıldızlarla tanıştıracak belki de yıldız yapacak olan on altı yıldır görmediği senarist babası Hervert Tucker’dı (Erhan Yazıcıoğlu). Dıştan görünen, istenen yıldız olmaktı da gönülden geçen yıllardır görmediği babasıyla birkaç gün geçirmek, sevilmek, sevmek, baba diyebilmek, kızım sözcüğünü duyabilmekti.

Konunun temeli dram olsada oyun içerisinde kendinizi komedi içerikli bir oyunda hissettiren sahneler mevcut, tabi bu o kadar güzel kurgulanmış ki ne fazla ne az. Farklı farklı duyguları aynı dakikalarda yaşatabilen kaliteli oyunlardan biri, tabi burada oyuncuların performanslarını es geçmek olmaz. Bu başarılı performanslar sayesinde oyun seviye atlıyor ve aklınızda farklı bir iz bırakıyor. Baba-kız arasında geçen bu senaryo basit bir konu gözükse de o kadar güzel işlenip sahnelenmiş ki bize alkışlamak düşer. Başarılı bir oyun...!

Sonuç olarak; bu kadar övdük artık gidersiniz!

İyi eğlenceler...


Yazan : NEİL SİMON
Çeviren : BİLGE KOLOĞLU
Yöneten : S.BORA SEÇKİN
Dramaturgi : HATİCE YURTDURU
Sahne Tasarımı : AYHAN DOĞAN
Işık Tasarımı : F.KEMAL YİĞİTCAN
Kostüm Tasarımı : NİHAL KAPLANGI
Efekt : ERSİN AŞAR
Yönetmen Yardımcısı : BETÜL KIZILOK BAVLİ

OYUNCULAR
DERYA ÇETİNEL, ERHAN YAZICIOĞLU, EZGIM KILINÇ

Şakaladıklarım / 1 Nisan'dan kalanlar

1 Nisan genel olarak şaka günü olarak bilinir, o gün geldiğinde aklından binbir türlü hınzırlık geçenler tarzlarına bağlı olarak bazen eşek bazen ustrubunda şakalarını gerçekleştirir. Neden böyle bir günün olduğunu bugüne kadar düşünmedim, düşününcede araştırdım; buyurun bağlantı http://tr.wikipedia.org/wiki/1_Nisan_Şaka_Günü
Sabah kalktığımda “a, bugün 1 nisan şaka yapayım” diye bir düşünce aklımdan geçmedi , sonuçta dalgınlar haricinde herkes hazırlıklı. Birşey yaptınız mı “ 1 nisan şakası diimi” diye suratınıza lafı küt diye yapıştırıyorlar. O zamanda işin espirisi, tadı kalmıyor. Böyle birgünde şaka yapmak zor, hele benim gibi “ne şakası be ya” diyen birisi için bugün sadece yapılacak şakalara karşı uyanık kalmaktan öteye gitmiyor. Ta ki bu düşüncem arkadaşın attığı mail ile beraber değişti, şeytan geldi aklıma yerleşti. Arkadaşın attığı mailin şakayla filan bir alakası yok, sadece yapılmasını istediği bir iş için rica da bulunuyor. Ama o an ne olduysa içimde ki çocuksu ruh dışarıya fırladı, kurguladı, oynadı.

Oyun başlıyor; kurbanlar, konu, oyunculuk, oyuncular.

Kurbanlar
Bayan E: gayet hoş, bekar, 1. katta m departmanında görevli.
Bay H: evli, çocuklu, s departmanında görevli.
Bay R: evli, çocuklu, benimle aynı katta m departmanında görevli.
Bay T: kurbanların içine daha sonra dahil olan Bay R'nin departmanında kat sorumlusu kişi.

Oyuncular
Bay Şekerli: sempatik, zeki, oyun kurucu, Al Pacino kadar yetenekli. :)
Stajyer: figüran
Bayan N: oyunu kurarken aklımda yoktu, daha sonra oyunu daha gerçekçi olması için dahil edildi. M departmanının yöneticisi.
Bay D: IT departmanı yöneticisi, bu karakter fiziksel olarak oyunda olmamasına rağmen ismi ile geçekliği arttırmasından dolayı gayet önemli bir karakter.
Bay F: Kendisi oyuna Bay D gibi fiziksel olarak dahil değil, olmasıda mümkün değil. Çünkü kendisi GMY oluyor. Ama oyunun iyice dozunun artması için büyük bir katkı sağlıyor.
Firma B: Şirketin net altyapısını sağlayan firma.


Şirketde görevim IT uzmanı olarak geçiyor. Bunu biraz daha açarsak şirketin bilgisayar ve network sistemlerinden sorumlu olan şahıslardan biriyim. Böyle bir güce sahip olmanın yanısıra yaptığım işi bilen insan sayısı neredeyse yok gibi, bu da insanların size inanmasını kolaylaştırıyor. O zaman konumuz belli oldu, peki insanları nasıl korkutucaz? Hımmm, şirket dahilinde -birçok şirkettede böyledir- bazı sitelere erişim yasaktır. Bazen farklı yollarla da olsa bu sitelere girişler yapılmaktadır. Konumuzuda bulduk. İlk önce kurbanlarımıza yasaklı sitelere giriş yapıldığına dair mail atıyoruz ve oyunu başlatıyoruz.

“Şirket tarafından yasaklı sitelere giriş yaptığınız tespit edilmiştir. Firma B bu tür raporları holdinge ve GMY'lere raporlamaktadır. Bir daha böyle durum yaşandığı taktirde ihtar alacaksınız” diye maili gönderip şüphe, korku karışımı zehiri kurbanlara enjekte ediyorum. Tabi şöyle bir durum var, günün 1 nisan olmasından dolayı kurbanları inandırmak kolay olmayacak. O zaman işi sanalda bırakmayıp fiziksel olarak da oyuna dahil olmam gerekiyor.
İlk önce Bayan E'nin katına farklı bir iş için inip kendisine birde sözlü olarak iletiyorum, seviye bir derece arttı. Daha sonra stajyerime Bay R'nin yanında gidip benimle Bay D'nin yaptığı konuşmayı duyduğunu söyleyip, yasaklı sitelere giriş yaptığından gem vurarak dalga geçmesini söylüyorum. Bu esnada Bay H ofisime giriyor. Oyunculuk zamanı! İnsanlara yasaklı site diye bahsettiğiniz zaman akıllarına ilk gelen +18 içerikli siteler geliyor, ki bu da insanların evli-çocuklu olması, iş korkusu gibi nedenlerden dolayı korkularını iyice katlıyor. Bay H'a Bay D'nin aradığını holdingin IT departmanıyla kendisinin arasının iyi olduğunu ve GMY'lere bu raporu göndermeden önce bilgilendirmek isteklerini aslında kendisinin mail atacağını ama durumunun müsaid olmamasından dolayı beni aradığını benim de bunun üzerine maili attığımı belirttim. Bu konuşmalar esnasında stajyerim tarafından zehir iyice zerk edilen Bay R içeriye giriyor. Bay R hâlâ bunun 1 Nisan şakası olması ümidi içerisinde, ama Bay H ile aynı konuyu konuştuğumuzu söyleyince afallıyor, zehir iyice vücudu sardı. Bay H alacağı ihtarın yanında isminin farklı bir şekilde ortaya çıkması kendisini rahatsız ediyor. İki kurbanı yollayıp oyunun devamını düşünmeye başlıyorum. Birkaç dakika geçmeden hesapta olmamasına rağmen oyuna dahil olacak başka bir kurban içeri giriyor, Bay T. Bay R olayı Bay T'ye anlatıyor, Bay T'de olayı anlamak için olaya dahil oluyor. Bay T ile de aynı oyun devam ediyor. Bay T olayın 1 Nisan şakası olduğunu anlamak için arada bir sırıtıyor ve benimde pot kırmamı bekliyor. Ama beklediği olmuyor, bilmeden oyuna dahil oluyor. Aslına bakarsanız eğer buraya kadarını planlamıştım ama daha sonrasını düşünmemiştim, ama işte çocuk ruhumuz yine dur durak bilmiyor. Aha yeni bir fikir daha; oyuna yöneticilerini sokucaz.

Bir kat aşağıda bulunan Bayan N'e durumu anlatıyorum ve ikna ediyorum. İlk başta başaramayacığını söylüyor ama bu komediyide kaçırmak istemiyor. Plan hazır; yöneticimiz GMY Bay F'nin aradağını söyleyip bu rezilliği açıklamalarını isteyecek kurbanlarımızından. Kurbanlar aranıyor ve çağrılıyor. Ofise ilk gelen Bayan E, başlıyoruz sorguya. Bayan E şaşkın, olayı nasıl açıklayacağını bilmiyor, panik halinde. Yöneticimiz Bayan N ile Bayan E'nin arasının iyi olmasından ve iyice kendisini bitirmemek için durumu açıklıyoruz ve olayın diğer kurbanlarına durumu çaktırmamasını rica ediyoruz. İlk kurbanımız artık rahata erdi. :)
Kısa süre sonra diğer iki kurbanımız gözüküyor. Hesap sorma işlemine devam, ten rengi beyaz olan Bay R ne diyeceğine bilememenin verdiği sıkıntıyla kıpkırmızı. Bay T bir ara Bay R'ye dönerek “olum ya, yaptıysan söyle” diyerek iki dakikada elemanını satışa getiriyor. Komik bir durum, kahkahayı patlatmamak için kendimi zor tutuyorum. Bu esnada m departmanında işlerini yaptırmak için Bay H gözüküyor. Kapalı cam kapılar arkasında bizleri görünce olayı anlamaya çalışıyor. Bana doğru ne oluyor tarzı hareketler yapıyor. Bende olayı el kol hareketleriyle anlatmaya çalışıyorum. Ofise girip girmemekde kararsız. İstesem böyle bir fırsat ele geçmez, kendisinide ofise çağırıyoruz, artık bütün kurbanlar aynı odada. Herkes şaşkın, panik halinde, ne diyeceklerini bilemeyen kurbanlara yüklendikçe yükleniyoruz. (Esmer olan Bay H'nin MJ gibi nasıl beyaz olduğunu görseniz şaşırısınız) Artık dayanamayan Bayan N “beni çıkart artık” diyor. Sanırım oyunu bitirme zamanı geldi, 1 NİSAN!

Sonrası mı? Ben kaçıyorum arkamdan kurbanlar kovalıyor. Kahkahalar ofisi, katı inletiyor.

Bay R'nin daha sonra yaptığı itiraf şakanın ne kadar etkili olduğunu açıklıyordu.
- Olum ya Bay T gelip “şaka değilmiş gerçekmiş adam ciddi” dediğinde ömrümün ömründen gitti o yarım saatte. Hele seni Bayan N'nin ofisinde gördüğümde bir ateş yükseldi .ötümde bir terleme oldu, donum .ötüme yapıştı.”

Otuz beş yaş - Cahit Sıtkı Tarancı

Yaş otuz beş! Yolun yarısı eder.
Dante gibi ortasındayız ömrün.
Delikanlı çağımızdaki cevher,
Yalvarmak, yakarmak nafile bugün,
Gözünün yaşına bakmadan gider

Şakaklarıma kar mı yağdı ne?
Benim mi Allahım bu çizgili yüz?
Ya gözler altındaki mor halkalar?
Neden böyle düşman görünüyorsunuz;
Yıllar yılı dost bildiğim aynalar?

Zamanla nasıl değişiyor insan!
Hangi resmime baksam ben değilim:
Nerde o günler, o şevk, o heyecan?
Bu güler yüzlü adam ben değilim
Yalandır kaygısız olduğum yalan.

Hayal meyal şeylerden ilk aşkımız;
Hatırası bile yabancı gelir.
Hayata beraber başladığımız
Dostlarla da yollar ayrıldı bir bir;
Gittikçe artıyor yalnızlığımız

Gökyüzünün başka rengi de varmış!
Geç farkettim taşın sert olduğunu.
Su insanı boğar, ateş yakarmış!
Her doğan günün bir dert olduğunu,
İnsan bu yaşa gelince anlarmış.

Ayva sarı nar kırmızı sonbahar!
Her yıl biraz daha benimsediğim.
Ne dönüp duruyor havada kuşlar?
Nerden çıktı bu cenaze? Ölen kim?
Bu kaçıncı bahçe gördüm tarumar.

N'eylesin ölüm herkesin başında.
Uyudun uyanamadın olacak
Kim bilir nerde, nasıl, kaç yaşında?
Bir namazlık saltanatın olacak.
Taht misali o musalla taşında.

Tiyatro - Karanlık İşler

Robin Hawdon yazdığı Özcan Özer'in çevirmenliğini yaptığı yönetmen koltuğunda ise Mutlu Güney'in oturduğu “Karanlık İşler” isimli oyun devlet tiyatrolarında sahnelenmeye devam ediyor. İsterseniz eğer bu bağlantı üzerinden bilet satın alabilirsiniz. Amerikanvari komedi tarzında olan oyunumuz iki perde üzerinden yedi kişilik bir oyuncu kadrosuyla 1,5-2 saatlik bir zaman diliminde sahneleniyor.

Komedi içerikli bir oyun olan Karanlık İşler'e konusu açısından bakıldığı zaman hani öyle al benisi olduğu söylenemez, hani amerikan komedi filmlerinde insanlar gülsünler diye çevrilen ama ne doğru dürüst kahkaha atabildiğiniz ne de yerden yere vurabildiğiniz filmler vardır ya işte öyle bir şey. Oyundan çıktığınızda kahkahalar atmış olmuyorsunuz ama yüzünüzde bir nebze tebessüm kaldığını söylemeliyim. Sıkılmadan zaman geçirmenizi sağlayacak oyunlardan biri.
Oyuncuların performanslarına baktığımız zaman ise önce çıkan bir oyuncu bulunmuyor. Roller gayet dengeli bir şekilde dağıtılmış ve oyuncular karakterlerin hakkını gayet güzel bir şekilde abartmadan veriyorlar.

Bir iki kelamda oyunun konusu hakkında yazalım: Mandy sabah uyandığında dün geceyi beraber geçirdiği Garry'i hâlâ yatağında görünce paniğe kapılır, saat ilerlemiştir ve mafya babası, kötü ünü ile meşhur Koca Mack haftalık hasılatı almak için Mandy'e gelmek üzeredir. Mandy, Koca Mack'in gece kulubünde çalışmakta ayrıca bölgelerden gelen hasıtlar onda toplanmakta daha sonra Mack tarafından teslim alınmaktadır. Tabiki daha önemlisi Mandy Koca Mack'in yavuklusudur. Garry'i Mandy'nin evinde gören, onu boynuzladığını anlayan Koca Mack'in yapacakları tahmin bile edilemez. Koca Mack rolunde teve ekranlarından da tanıdığımız Levent Özdilek oynuyor ki ben kendisini hem kalıbından hem sesinden hemde simasından dolayı çok daha ciddi rollere layık görmüş bir insanım. Tamam bu oyunda mafya babasını canlandırmış olabilir ama sonuçta oyun komedi, kendisine daha ağır rollerin çok daha iyi yakıştığını düşünüyorum. Devam edelim: bu panik içerisinde kapı çalınır ve Mandy Garry'i banyoya saklayıverir. Gelen komşusu ve iş arkadaşı Tania'dır. Mandy, Tania'ya banyoda ki kişiyi Tania'nın sevgilisi olarak tanıtacaklarında anlaşılır. Derken bu ikili evin içerisinde kaybolurken yavaşça kapı açılır ve içeri hasılatı getiren kurye Terry girer. (Oyunun en komik karakteride bu karakter: Tolga Evren) Banyonun kapısında Terry'i gören Tania onu Mandy'nin sevgilisi sanır. İşte bu sıralarda kapıdan içeri Koca Mack ile eze geçer yarma yadımcısı Dozer girer...

Yalanlar, herşeyin göründüğü gibi olmadığı gibi kavramlarla harmanlan oyunumuz dediğim gibi kahkahalar attırmasada yüzde bir tebessüm bırakıyor.

Akılda kalanlar:
* Koca Mack'in kostümü gerçekten başarılıydı.
* Garry: Aydın Şentürk'ün ilerki dakikalarda eşcinsel rolü gayet espiriliydi.
* Mandy: normal hayatta takılmadan söylenemeyecek bir konuşmayı o hızda söylemesi inanılmazdı.
* Tania'yı canlandıran Özlem Ünaldı'nın Türkçe'yi yeni öğrenen yabancıların telafuzu gibi konuşması gayet hoştu.

İyi eğlenceler...

Yazan: Robin Hawdon
Çeviren: Özcan Özer
Yöneten: Mutlu Güney
Dekor Tasarım: Suar Şeylan
Giysi Tasarım: Nalan Alaylı
Işık Tasarım: Önder Ay
Asistan: Mevra Ustaoğlu

Oyuncular:

Levent Özdilek, Ali Murat Altunmeşe, Tolga Evren, Selçuk Kıpçak, Evren Kardeş, Aydın Şentürk, Özlem Ünaldı

Gözümüz aydın, ligden düştük (Voleybol erkek)

Tekrar 2. ligdeyiz. Voleybol takımının bugün ligden düşmesinin öncelikli nedeni lafta “dünya kulübü olduk” diyen demirören, yönetim ve sadece bu branş için değil futbol haricindeki diğer branşlara ilgisiz, duyarsız kalan taraftar. “Oyuncuların hiç mi suçu yok” diyebilirsiniz, maalesef sporcularımızın ellerinden gelen bu kadar. Son iki maçta verilen destek zamanında verilmiş olsaydı belki bugün bu utancı yaşamamış olacaktık. Onun içindir ki bugün kaybedilen maçı hedef göstererek eleştirmek haksızlık olur.

Salon bir önceki içerdeki maç olan Çankaya Belediyesi maçından daha bir doluydu. Genel tribün performansı olarak da maç içerisinde gayet iyi bir görünüm sergiledik, konuyu tribünden açmışken bir kaç noktayı es geçmemek gerektiğini düşünüyorum. Hiçbir iddası bulunmayan bir takımla oynuyorsunuz, rakibinizden bazı oyuncular bitsede gitsek havasında siz rakip oyuncuları başlıyorsunuz “ti” ye almaya, hakarete varan dalga geçmelere. Zorla adamlara hırs yaptırmak nasıl olur, nasıl gaza getirilir bugün bunun örneğini yaşadık. Bir diğer nokta ise tribünde 10-15 kişilik bir grup vardı ki maç içerisinde küfür ettiler, oyun alanına yabancı madde attılar, onlarda yetmedi maçtan sonra olay çıkarttılar, hatta rakip oyuncuya kafa atmaya çalışanlar bile vardı. Bırakın Beşiktaşlılığımı insanlığımdan utandırdılar. Hani şöyle eline kızılcık sopasını alacaksın ıslatıp girişeceksin bu eşeklere...

Voleybol hakkında atıp tutacak bir teknik bilgiye sahip değilim ama rakibin yaptıklarından bizim yapmadıklarımızı azıcık ucundan anlatabilirim. Yerli oyuncu yapısı olarak rakipten aşağı kalır yanımız yok ama yabancı oyuncu kalitesi açısından İvaylo Barutov haricinde diğer sporcularımız gerçekten kötü. Rakipde bulunan Niko resmen tek başını bizi yerle bir etti. Adamı birkaç sayı haricinde ne bloklayabildik ne de attığı servisleri doğru dürüst karşılayabildik, İvaylo ile direnmeye çalışsakda yanına ikinci bir oyuncu sokamayınca fayda etmedi. İşin garip tarafı oynanan bütün setlerde farkı 5-6 sayılara çıkarmış olmamıza rağmen ilk set haricinde bütün setleri kaybettik. Özellikle 4. setde 22-14 bi skor yakalamamıza rağmen oyunu 26-24 kaybetmek inanılır gibi değildi. Sonuç olarak maçı 25-22, 32-34, 23-25, 24-26 skorlarla kaybederek lige veda ettik.

Maç sonunda bahsettiğim şu insan kılığında ki yaratıkların çıkardığı olaylar esnasında Son Barikat'da olduğunu düşündüğüm (tribünlerden sima olarak tanıyoruz) Ali Bey'e salça olmaları neyin nesiydi bilen beri gelsin...

akp ve Şeref Bey stadının direkleri

STADYUM İÇİN DAYATMA YAPILIYOR' “İstanbul’da gözümüze sokulmuş çiviler var. Bunların çıkarılması çok saygıdeğer davranışlardır. Dolmabahçe Stadyumu konusu var. Bu benim önüme zaman zaman bir dayatma olarak getiriliyor. Dolmabahçe Stadyumu 1940’larda yapıldı. Birçok yerde top koşturacak alan var, ama bir tarih bilinçsizliğiyle mi, yoksa bir kasıtla mı, -ben kasıt olduğunu düşünüyorum- Dolmabahçe Sarayı’nın arkasına yapılmış.” 'ON BİNLERCE İNSANIN TEPİNDİĞİ ALAN...' “O vadinin içine stadyum sokulur mu? Adı üzerinde dolgu alanı.. Dolmabahçe orası... Dolgu... Eminönü Yeni Cami kazık üzerine oturtulmuştur, Dolmabahçe de öyledir. Siz bu tarafa on binlerce insanın tepineceği bir alan yaparsanız, zaman içinde Dolmabahçe denize doğru akmaya mahkumdur.”'BÜYÜTMEK İSTİYORLAR ZORLANIYORUM' “Stadyumla ilgili yeni bir proje hazırlanmış ‘Bu yetmez, burayı büyütelim’ diyorlar. ‘Stadyumu genişletelim, araya kongre merkezi koyalım, bir de otopark koyalım’ diyorlar. Arkadaşlar, böyle bir şey olabilir mi? Bu konuda zorlanıyorum. Stadyumları şehir dışına, trafiğin tıkanmayacağı yerlere alalım...”

Bu sözlerin sahibi Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay. Farz edelim ki söyledikleri doğru, bizler tepiniyoruz ve bu nedenlede Dolmabahçe Sarayı denize doğru kayıyor. Biz duyarlı olan bir taraftar topluluğu ve kulüp olarak dedik ki; ”arkadaş haklısın, bize farklı bir stad yap. Burasını da devlete bırakıyoruz”. Böyle bir durumda bu alan park, bahçe gibi bütün halkın kullanabileceği bir alan olarak mı düzenlenecek? İnsan ne kadar saf olursa olsun bu kadar değerli bir alanın park, bahçe olarak kullanacağına inanmaz. İnansa bile akp tarzı bir zihniyet bu alanı para babalarına satmadan bırakmaz. Böyle bir alanın getirisi Ali Sami Yen'in getirisinden kesinlikle kat ve kat fazladır ki akp'nin para eder ne varsa sattığı bir ortamda bu alanı halkın kullanabileceği bir alan olarak düzenleyeceğini düşünmek enayiliktir. Bu tür söylemler bundan öncede dile getirildi, hatta bazı yöneticiler hükümetin bu alanın karşılığında farklı yerlerde stad taahhüt ettiğini bile söyledi. Bugün Bakan Günay tarafından açıktan söylenmesede dile getirilmesi sadece görev bilincinde olan bir görevlinin söylemi değil kapitalist bazı çevrelerin parti üzerinden istekleridir, hatta direk olarak parti düşüncesidir diyebiliriz.

Dolmabahçe'ye duyarlı olan bakanımızın nedeni tarih, turizm ise;

* Metro çalışmaları esnasında Topkapı Sarayı'n da çatlaklar oluştu.
* Haydarpaşa'da yandaşlara peşkeş çekilen çalışmalar esnasında yangın çıktı, çatı tamamıyla yandı.
* Tarihi Kılıç Ali Paşa camii restorasyon esnasında yandı, büyük hasar oluştu.
* Allianoi sular altında...
* Dünyada doğa turizmi denen bir olgu varken hes adı altında doğanın ırzına geçilmesi.

Basına yansıyan bu durumlara ses çıkarmamasının nedeni nedir?

Ertuğrul Günay sosyalist olduğunu idda eden ama kapitalistlerle, liboşlarla, cemaatçilerle kol kola yürümekten çekinmeyen hatta onlardan daha kralcı olan, kendi partisi tarafından küçük düşürülmesine rağmen o koltuktan kalkmaya yüreğeyi yetmeyen bir isim olarak bugün karşımızda durmaya devam ediyor, durmakla kalmıyor bunları sözcülüğünü yapmaya devam ediyor. Chp'yi günahım kadar sevmesemde yaşanan bazı olaylardan sonra bu zat için doğru veya yanlış şöyle bir yorumda bulunmuşlardı; “bu topraklar bin yıldır böyle bir siyasi dönek görmedi” diye...

Eğer Şeref Bey'i yıkamazlar diye düşünen ve Demirören'e güveneniz var ise hata edersiniz. Demirören ve onun yönetiminde bulunan bir çok yönetici işadamıdır ki bu adamların ipleri bir nevi devletin yani hükümetin elindedir. Yapılacak baskılarla değil stadı yıkmak kulübün tapusunu bile iki dakikada satarlar... Onun içindir ki benim gibi orada tepinmeyi herşeyin üstünde gören Beşiktaş sevdalıları tarafından gazımızı almaya, nabzımızı ölçmeye çalışan bu kişilere gerekli tepki verilmesidir. Aksi taktirde bir bakmışınız geriye elinizde kalan zeytinburnu sırtlarında ismi cola turka arena isiminde ne idüğü belirsiz bir beton yığınından başka bir kalmayacaktır...

Semt bizim, aşk bizim...

Beşiktaş JK:3 Çankaya Bld. Anka:0

Geçen hafta takip ettiğim bloglardan biri olan Hayatın ta kendisi'n de takımın ligden düşme durumunu yakından ilgilendiren ve düşme potasında ki diğer bir takım olan Çankaya Belediyesi ile maçının olduğunu öğrenince uzun zamandır gitmediğim voleybol maçlarına bu vesile ile gitmiş oldum. Takımın ligdeki puan durumuna baktığımızda küme düşme durumumuz var ki böyle bir maçta bile salonda bulunan taraftar sayısı 200-300'ü geçmedi. Bunada şükür diyelim. Her sene şampiyonluğa oynayan hentbol takımını takip eden taraftar sayısı ortadayken. Şu takım ligden düştüğünde herkesin çenesi açılırken takım böyle bir durumda olmasına ve bedava olmasına rağmen sayısının bu kadar az olması açıklanamaz, ayrıca takım ligden düşerse kimse ağzını açıp tek kelam etmesin. Sen neyin desteğini verdin ki neyin hesabını soruyorsun?
Futbol dışındaki diğer branşların desteğe ne kadar ihtiyacı olduğu bu maçta dahada ortaya çıktı. 1. Set takımımız açısında gayet rahat geçti ve 25-19 skorla kazandık. Özellikle 1. setteki servislerde başarı oranımız gayet yüksekti, beklediğimizden fazla sayı çıkarttık. İlk set böyle başlayınca ister istemez maç rahat geçecek diye düşünürken 2. setde rakip toparlandı ve oyunu sonuna kadar bırakmadı. Belki bu seti kaybetseydik geri dönüşümüz zor olurdu. Ama taraftarın verdiği büyük destekle takım oyunu bırakmadı ve 2. seti 25-23 kazandık. 3. setin ilk dakikaları 2. setin devamı gibiydi . 2. Setin 2. teknik molasına kadar kafa kafaya giden oyun bu dakikadan sonra değişti ve taraftarın desteğiyle takım sazı eline aldı. 3. Seti 25-17 kazanan takımımız maçıda 3-0 aldı. Ligden düşmeme adına avantaj yakaladık ama garantilemedik.
3. Setin başında Çankaya bench'iyle hemen arkalarında bulunan birkaç taraftar arasında yaşanan harbin ne olduğuna anlamaya çalışırken bizim olduğumuz tribünden bazılarının neden o tarafa koştuğunu anlayamadım. Ama bir gerçek var ki ortaya çıkan karmaşa pek hoş bir görüntü oluşturmadı.
Burada söylenmesi gereken bu sporcularımızın desteğe ne kadar ihtiyacı olduğu; şu kadar taraftar bile takımın moralini, oyununu değiştirmeye yetti. Gelenlerin ayaklarına, sporcularımızında ellerine sağlık...

Ve Palyaçolarla Gözyaşları - J. Mario Simmel

Uzun zamandır okuduğum kitaplar için ufak tefek şeyler karalamıyordum, bu açığıda şu dakika itibarı ile kapatıvereyim. Daha öncede J.Mario Simmel'in başka bir kitabı “Bırakın Yaşasınlar” ı tanıtmıştım. Simmel gerçek olaylardan, yaşanmış hayatlardan yola çıkarak kurgulamalar yapan bir yazar, bunu yaparkende gayet başarılı. Özellikle yazmış olduğu dönem açısından ve tarzından dolayı Türkiye'de 80 sonrası kitapları yasaklanan yazarın bu yasağı ancak 2008 yılında kaldırldı. Tarz olarak casusluk, soğuk savaş üzerine yoğunlaştığını söylemeliyim. Soğuk savaş demişken sizin için soğuk savaş ne ifade eder? Benim için Abd önderliğinde emperyalist devletlerin kendi hayat tarzlarını ve kapitalizmi yaymak için anti-komünizm savıyla dini kullanarak işçi-emekçi kesiminin ırzına geçtiği döneme verilen isimdir. Tabiki farklı açılardan, farklı kaynaklarla bu dönemin incelemesi yapılabilir ama konumuz bu değil ama araya siyasetide sıkıştırmış olalım...

Şişman palyoço sesleniyor. “Walterli!”
“Ne var, babacığım?”
“Gel buraya, Yardım et bana!”
Sıska palyaço pantolonun çekip koşuyor. Çorapları mor. Üzerinde yeşil lastik geçirmiş. Koşarken tökezleniyor, Çocuklar gülüyorlar.
“Elma nerede?”
Sıska palyaço karnını gösteriyor.
Öfkeyle bağırıyor şişman. “Peki! Sen bilirsin! Öyleyse elmasız yapalım!”
“Evet, evet. Haydi elmasız yapalım!”
“Yardım et bana!”
Siyah bavulu açmaya açmaya çalışıyorlar. Vuruyorlar. Sallıyorlar Kapağı birden açılıyor. Palyaçolar aynı anda ayağa fırlıyorlar. Ellerinde makinalı tüfekler var. Yüzleri seyircilere dönük olarak ateş etmeye başlıyorlar.

Hamburg'da... Günlerden pazartesi. Ağustos'un 25'i. 1986 yılında...


Kitap Hamburg'da Mondo isimli bir sirkde iki palyaçonun otomatik silahlarla izleyicilerin üzerinde ateş etmesiyle başlıyor ve ilerki sayfalarda bunun neden/ ne amaçla yapıldığını bulunması üzerine yoğunlaşıyor. Ana karakter olarak bu saldırıda oğlu Pierre'i kaybeden ve onun katillerini bulmayı and içen Norma Desmond isimli işinde gayet başarılı, isim yapmış bir gazeteciyi görüyoruz. Yardımcı karakter ise Profesör Jan Barski. Bu saldırının asıl hedefi olan Profesör Martin Gellhorn'un araştırma ekibinde ki çalışma arkadaşı. Bu iki karakteri birbirine bağlayan başka br özellik ise ikisininde eşlerini kaybetmiş olması. Soğuk savaş dönemi silahlanmanın inanılmaz bir dereceye ulaştığı milyarlarca doların döküldüğü bir dönem olarak ortaya çıkmaktaki kitabımızda da genetik araştırmalar üzerinde yapılan çalışmalar ile bulunan bi silahın abd, sccb arasındaki silaha kim sahip olacak üzerine yaptığı çekişme yatmakta. İlerki sayfalarda karakterlerimiz arasında yaşanacak aşkı da azçok fark etmişsinizdir. Tabiki Norma'ın hâlâ rahmetli eşi Pierre aşık olması, oğlunun katilerine duyduğu intikam ateşi bir takım duygusal çelişkilere yol açsada kaçınılmaz son yaşanıyor. Kitabı okurken bir katliamın bu kadar Uluslararası olabileceğini anlayana kadar ki süreçte katil avını çıksanızda olay aydınlığa çıkmaya başladıktan sonra casusların kimler olduğunu düşünmeye başlıyorsunuz ama bir sonuca ulaşamıyorsunuz. Kitap casusluk romanı açısından başarılı olsada yazarın okuduğum bir önceki kitabında ki karakterlerin etkileyici gücü maalesef yok. Sanki diğer kitabın altında kalmış bir izlenim yarattı bende, ama buna rağmen kitap akıcı bir şekilde ilerliyor okuyucuyu sıkmıyor.

İyi eğlenceler...

Aldırma Kartal aldırma

Başın öne eğilmesin
Aldırma kartal aldırma.
En büyük sen değil misin
Aldırma kartal aldırma
Aldırma kartal aldırma
Kartal aldırma.

Sendeki bu büyük taraftar
Bir gün coşar bir gün ağlar
Seni bu sesler oyalar
Aldırma kartal aldırma
Aldırma kartal aldırma
Kartal aldırma

Yenilsen de bazı bazı
Taraftarın buna razı
Çekeceğiz biz bu nazı
Aldırma kartal aldırma
Aldırma kartal aldırma
Kartal aldırma

Anadolu'nun İsyanı



Öğren, düşün, emanetine sahip çık!

http://anadoluyuvermeyecegiz.net/
http://anadolunehirleri.org/

Sevgililer günü ve beyaz atlı prens

Tüketim için uydurulmuş kapitalizmin oyuncaklarından olan şu abzürt günlere itibar gösteren biri olmamakla beraber karşıyımda. Ama bu sene “hatır, gönül için çiğ tavuk yenirmiş” sözünü hayata geçirerek kutlayıverdim. Hayatım boyunca bir elinin parmaklarını geçmeyecek sayıda sevgilim oldu, olanlarda sevgililer gününü görecek kadar yanımda kalmadı/kalamadı. Kalsalardı ne olurdu? Sanırım bir seferliğine -veya ben kendimi kandırıyorum- bu yıl yaşadığımın bir benzeri olurdu. Şimdi sevgiliniz ile ilk sevgililer gününüzde “ya ben böyle günlere dünya görüşümden dolayı karşıyım, kutlamam” derseniz eğer nasıl tepki verir acaba? Sanırım birçoğumuza “haydi gülegüle” derler. Dünya görüşünüz böyleyken diğer taraftan birazda mecburiyetten farklı davranınca sevgili dostlarınız tarafından “olum böyleyim diyorsun sonra gidiyorsun kutluyorsun” diyerek bir taraftan eleştirilirken diğer taraftan dalga konusu olabiliyorsunuz. Olsun, bazen sevgi için eleştirilere göğüs germek gerekiyor!
Kadınları iyi tanıdığımı söyleyemem, iyi tanısaydım eğer onlarca teklifin arasından bu kadar az başarı oranıyla çıkmazdım! Bu duruma tipten 3 ay olmasa bile 2 ay hapis cezası yiyebilecek olduğumuda eklemem lazım sanırım. Ama bu başarızlıklar beni yıldırır mı? Tabiki hayır. Şu hayatın bana öğrettiği en önemli şey yapmak istediğini yap, hoşlandığın bayana hislerini belli et. Durum müsaitse teklifini gecikmeden yap. Aksi taktirde içinde uhde kalabiliyor ki bu da cidden çok ..ktan bişey. Yaşadım biliyorum. Şuanki ilişkim gayet iyi gidiyor ve sonu iyi gözüküyor, hadi hayırlısı!
Kadınlar düşünülmeyi severler, ne biliyim sevgililer gününde klasikte olsa çiçek verilmesi hoşlarına gider, ama belli bir süre sonra akıllarında kalır mı? Ben kadın olsam hatırlamam, ne de olsa diğer kadınların yaşadığı sıradan bir davranış şekli der geçerim. Onu biraz süslemek, hayalgücünü kullanarak sıradan bir gül verme olayını bile onun unutamayacağı bir ana çevirebilirsiniz. Bakın bu konularda başarılıyımdır. Hayal gücüm geniştir. O pazartesi akşamı köprüde olan kazadan dolayı soğukta yaklaşık 1,5 saat bekleyince hayalgücümü zorlamama pek gerek kalmadı, vakit bol ne de olsa! İlk önce almış olduğum çakma değil gereçek güllerin tek tek yapraklarını koparttım ve cebime doldurdum. Ulu orta bir yerde durmak yerine parka giden yolun ortasında beklemeye başladım. Tabi bu esnada dua ediyorum, diğer iskeleye motor yanaşıp ortalığı insan kalabalığına büründürmesin diye. Ve bekleyişin sonu, beni görünce adımlarını hızlandırdı; tam yanıma geldiğinde cebimden çıkarttığım gülleri havaya fırlattım. Başında aşağıya dökülen gül yaprakları yla beraber gözlerde bir parlama, yüzde bir mutluluk ifadesi. Üçüncü bir kişi için sokak lambasının altında havada uçuşan kırmızı gül yaprakları ve altında iki sevgili hoş gözüküyor olsa gerek. Tıpkı filmlerdeki gibi. Daha sonra sevgiliyle konuştuğumda bu anı defalarca farklı farklı insanlara anlatıp havasını attığını öğrendim. Hakkıda yani, benim gibi beyaz atlı bir prens kaç kişiye nasip olur!
Gece için planlanan Beylerbeyi'n de denize neredeyse sıfır bir mekanda fonda sanat müziği eşliğinde yenen boğaz manzaralı bir yemek ve devamında o soğuk havada hediyelerin paylaşıldığı boğazın şahitlik ettiği bir öpüşme merasimi. Vavvvv...

Sanırım hiçbir kadın böyle bir geceyi ömrü boyunca unutamaz. Tek kötü tarafı böyle bir geceden sonra bir sonraki sevgililer gününde aynı kadın ile beraber isem bu yaşananları tekrar yaşamak istemesi, belkide daha iyisini. Aman Allahım ben ne yaptım!