Lâlezar

Yağmurdan sonra etrafı kaplayan toprak kokusu beni mest eder...

Filmlerde ” kuzum pembe panjurlu bir evimiz olsun, bahçesinde çocuklarımız koşsun” tarzı replikler vardır ya bende bu repliklerde ki gibi hayalleri olan biriyim. Hayallerimde pembe panjur olmasa dahi envai türlü sebzelerin yanısıra türlü türlü çiçekler yetiştireceğim bağı bahçesi olan bir köy evi süsleyiverir. Sabah kalktığım zaman büyük şehirin o kokuşmuş havasını solumak, karşı binanın duvarı ile selamlaşmak, keşmekeş trafik içerisinde kaybolmak yerine ayvana çıkıp dağların üstüne çöken sisi görmek, etrafta farklı hayvanların seslerini duymak, ciğerlerimi o temiz hava ile doldurmak ve toprakla bir bütün olarak yaşamak beni cezbeder. Belkide toprağa bu kadar özlem duymamın nedeni köyde doğan bir insan olmamdır. O zamanın şartlarından dolayı baba İstanbul'u yolunu tutunca daha sonra bizede taşı toprağı altın memleket İstanbul'un yolları gözükmüş. Bendeniz küçük, minnacık bir yaşında bebek; tâ o zamandan bu zamana kadar bu büyük şehrin derdini tasasını çekiyoruz. Yazları maddi durumumuz, tatil süremiz izin verdikçede yepyeşil memleketimize doğru yol alıyoruz. Malum oralara gittikçe içimizde ki özlemi bir nebze gidersekte İstanbul denilen şehir her tarafı betonlarla kuşatılmış, insanların doğaya yabancılaştırıldığı bir kent! Bu beton şehirde birçok kişiye göre ben biraz daha şanslı olsam gerek, oturduğum apartmanın önünde birkaç metrekarelik bir alan bulunmakta; işte bu alanda gül, sardunya, yonca, birkaç fidan ve son olarak uzun zamandır yetiştirmek istediğim laleler mevcut. Her zaman şu dünyaya kalıcı bir eser, insanların yararına bir şeyler bırakmadan gitmek istemediğimi dile getirip durdum. Birkaç çiçek dikmek bu düşüncemi tam olarak karşılamasada insanların binanın önünden geçerken rengarenk bahçemi görüp tebessüm etmeleri bile beni mutlu eder.

Yukarki satırlarda toprağa olan özlemimizden, nedeninden bahsettik ama “bu lâle yetiştirme hevesi nereden çıktı” derseniz eğer daha önceden burada paylaşmış olduğum Katre-i Matem isimli İskender Pala'nın kaleme aldığı romanı hedef göstereceğim. Yazar lâleleri o kadar güzel anlatmıştı ki içimde lâle yetiştirmek için önlenemez bir istek duydum. Belki bu kelimelerim sizlere abartılı gelebilir, ama değil. Manyak mıyım? Değilim, tabiki bir erkeğin bu tür şeylerle uğraşması biraz garip gelebilir, kabul ediyorum. İşte bu hevesle gerek farklı sayfalardan gerekse bloglardan temaslar kurarak bilgiler edindim, daha sonra geçen ekim ayı gibi en yakın fidanlığa gidip fark farklı renklerde lâle soğanları satın aldım. Bir insanın çocuğu doğmadan önceki zamanlarda nasıl odasını, giyeceklerini hazırlarsa bende lâlelerim için onların evi olacak toprağı çiçekçiden aldığım gübreli toprakla harmanladım, iyi bir ortam hazırlamak için çaba gösterdim. Daha sonra ise tek tek ellerimle, özen göstererek toprağa ektim. Lâleler sonbahar aylarında ekiliyor ve bahar aylarında yüzünü göstermeye başlıyor. - Birkaç cümle önce manyak değilim dedim ama şimdi yazacaklarım kesinlikle manyakça- Ekmemden bugüne kadar olan süreçte her sabah çiçeklerime “günaydın” diyerek güne başladım, her akşam “iyi akşamlar” diyerekten günü bitirdim. Kısacası sadece ekmekle, su vermekle yetinmedim lâlelerime sevgide verdim. Biliyor musunuz bir canlının ellerinizde büyüdüğünü görmek size inanılmaz bir mutluluk veriyor, önlenemez bir bağlılık hissi doğuruyor. Ben bekar olduğum, doğal olarak da çocuğum olmadığı için böyle bir hissin ne anlama geldiğini bilmiyorum, aynı kefeye konmaz ama bu çiçek yetiştirme işi bile insana farklı hisler tattırmak için yeterli oluyor. O kadar ki ilk lâlerim çıktığı zamanlarda iki tane lâlemi dangozun biri veya birileri koparmıştı; nasıl sinirlendiğimi, o insanları nasıl pança pinçik hale getirmek istediğimi anlatamam.
Şunu diyebilirsiniz; “bu kadar üzerine titremenin, beklemenin, masrafın ve uğraşmanın sonucuna değdi mi ve biraz abartmıyor musun?” Fotoğraflarda da göreceğiniz üzere kesinlikle değdiğini söylemeliyim, ayrıca abartmıyorum. Denemenizi öneriyorum.

Hiç yorum yok: