Şems-i Tebrizi - Melâhat Ürkmez


Sadece bu topraklarda değil dünyanın dörtbir tarafında Mevlana hakkında kulakdan dolmada olsa insanlar bir takım bilgilere sahiptir ki bizlerin böyle muhterem bir şahsiyeti daha fazla tanımamız gerektiğine inanıyorum. Bu yazı Mevlana hakkına omayacaksa da onun dünyaya tanınmasında çok büyük bir etken olan gönül barajlarını serbest bırakan bir şahisyeti tanıtmaya çalışacağım. Şems-i Tebrizi. Gerçeği söylemek gerekirse eğer yakın zaman içinde sizlere tanıttığım belkide ben tanıtmadan önce okuduğunuz bir kitap olan Ahmet Ümit'in Bab-ı Esrar kitabında Şems-i Tebrizi'nin hayatından alıntılar kullanılmış bende bu muhterem kişilik ile kitabın yaprakları arasında tanışmıştım. Daha sonraki günlerde bu muhterem zat-ı daha fazla tanıma hevesiyle bu kitabı satınaldım. Kendi adıma üzücü olan bu toprakların böyle bir değerini bu yaşıma kadar tanımamış olmam. Cahillik, bilgisizlik diyelim!
Kitabı tanıtırken fazla derinlere inmicem, zaten bu bilgi ve birikimede sahip değilim. Mümkün olduğunca kitap içinde verilen bilgilerden yararlanmaya çalışacağım.
Herkes tarafında bilinen ismiyle Şems-i Tebrizi'nin kelime anlamı Tebriz'in güneşi anlamına geliyor olsada gerçek ismi Şemseddin'dir. Doğum yeri Tebriz, doğum tarihi 1186'dır. Aile geçmişine bakıldığı zaman Azeri Türklerinden veya Horasanlı olduğu tahmin edilmektedir. Kişilik olarak ise tavizsiz, isyankar bir yapıya sahiptir ki bu kendisini insanların gözünde biraz antipatik hale getirmektedir. Tabiki bu yapısı dini konularda çok daha önplana çıkmaktadır. Bilgi birikimi sadece din konular ile kısıtlı değildir. Kendi coğrafyasında gördüğü eğitimden sonra artık kendi bilgi birikimini artıracak hiçbir kimse bulamamasından dolayı bir arayış içerisine girmiştir. Uzun yıllar mürid değil mükemmel bir mürşid aramıştır. 62 yaşında iken Konya'ya gelmiştir. Mevlana ile Şems ilk defa Konya'da Merec'ül-bahreyn diye tabir edilen -iki denizin buluşması- yerde karşılaşırlar. Burada yaşananlar farklı şekilde anlatılsada Şems aradığı kişi olup olmadığını anlamak için sorduğu “Hazreti Muhammed mi büyük, Beyazıd-ı Bestamî mi? Ne dersin?” sorusunun devamında aldığı cevap ile yıllar boyunca aradığı mükemmel mürşide sahip olmuştur. Bu buluşmaya kadar Mevlana halkla içe içe olan bir karakter iken daha sonraları Şems ile başbaşa kalmaları ve halkdan soyutlanması ilginçtir. Ayrıca iki karakteri analize ettiğimizde Mevlana daha alçak gönüllü, insanları kırmamak için çabalarken Şems ise yazının başında da bahsetmiş olduğum gibi tavizsiz ve isyankar yapısından dolayı doğruları yumuşatmadan söylemekde bu da insanları kırmasına neden olmaktadır. Halkdan soyutlanma daha sonraki zamanlarda halk içerisinde iftiralara, söylentilere neden olmuş bunun devamında da halk Şems'den nefret eder hale gelmişdir. Söylentilerin giderek artmasının devamında Şems Konya'dan ayrılarak Şam'a gider, halk bu ayrılığın sayesinde Mevlana'nın eskisi gibi kendilerine yöneleceğini düşünselerde beklediklerinin aksine Mevlana daha da içeriye kapanmış, iyice kopmuştur. Mevlana'nın bu halini gören halk yaptıklarından bin pişman halde kendisinden özür dilemişler ve kabul olmasıyla özür dileyenlerin arasında yirmi kişilik bir grup ile Mevlana'nın oğlu Sultan Veled birlikte Şesm'i Konya'ya getirmek için yola çıkmışlardır. Bu yola çıkma olayı sadece bu grubun düşüncesi değil Mevlana'nın da isteğiyle olmuştur.
Şems'in Konya'ya dönüşünden belli bir zaman sonra söylentiler yine artarak devam etmiş ve sonunda Şems dönmemek üzere kimsenin bilmediği bir şekilde Konya'dan ayrılmıştır. Başka bir rivayet ise öldürüldüğü yönündedir ki öldüren yedi kişi arasında Mevlana'nın oğlu olan Aladdin'in de olduğudur. Bu yaşananları böyle birkaç satırda anlatılabilecek şeyler değildir, uzun uzun okunmalı araştırmalıdır. Ama kitap içerisinde ilgimi fazlasıyla çeken bazı olaylara özellikle değinmeden geçmeme taraftarıyım. Bunlardan birincisi; Şems Mevlana ile görüşmek isteyenlere “ne getirdin?” sorusunu yöneltmesidir ki birgün buna cevap olarak sinirlenen bir zat “sen ne getirdin?” sorusuna Şems'in verdiği cevap ilginçtir, “başımı”. Diğeri ise ilk karşılaştıkları zaman birbirlerini tanıyor olmalarıdır ki kitapta uzun yıllar ruhlar aleminde birbirlerinden haberdar oldukları söylenmektedir. Tabiki bu bir rivayet , bir düşünce olsada ilginçtir. İşin özüne gelecek olursak eğer Şems Mevlana gibi içinde dalgalar koparan bir barajın kapaklarını açmış, Allah aşkıyla yanıp tutuşturmuş, madde dünyasından çıkarıp manevi dünyaya taşımış, gerçek aşkın ne olduğunu anlamasına yardımcı olmuştur. Onlar iki ayrı bedende tek bir ruh olmuşlar, birbirlerini tamamlamışlardır.

Kitap içerisinde birçok yerli, yabancı kaynağın yanında yazar kendi fikirlerinide katmıştır. Bu kaynakların arasında en önemlileri Mevlana'nın Şems için yazdığı şiirlerin yanısıra Mevlana'nın müridlerinden Sipehsâlar Mecdüddin Feridun'un bizzat gördükleri ve yaşadıklarını yazmasıdır. Ayrıca Şems'in kendi el yazması bir eseri bulunmasa da Makalat (söyleşiler) isimle eserde kendisi hakkında birçok bilgiye ulaşılabilir. Unutmadan kitapda Mevlana'nın eserlerinden alıntılarda bulabilirsiniz.

Kitaplı günler...

Makalat
http://www.semazen.net/text_list.php?id=22&menu_id=id5

Kıskanmak [2009]



Filmin konusuna geçmeden önce sinema demeye binbir şahit isteyen, sanatçıya, izleyiciye saygısı olmayan Kadıköy Rexx sinemasına bir iki laf söylemeden geçmicem. Çünkü içimde öyle bir yer ettiki anlatamam. Filmi öyle bir salonda oynatıyorlar ki giriş ve çıkış kapısı arasında 2 mt var. Koltukların bir ucu kapılarla 1 mt uzaklıkda diğer ucu duvara yapışık. Sahne desen Allah'a emanet. Perdeye yansıtılan görüntülerde oyuncular ince ve uzun gözüküyor. Arkadaş ayıp be! Hiçmi utanmanız yok? Gözünüzü amma para bürümüş, yuhhh be!

İçimizdekileri ortaya döktükden sonra filmin konusuna giriş yapalım. Nahid Sırrı Örik'in romanından aynı isimle beyaz perdeye aktarılan “kıskanmak” filminin yönetmen koltuğunda Zeki Demirkubuz oturuyor. Senaryo romandan kaleme alındığından dolayı konuya sadık kalınmasından olsa gerek klasik Zeki Demirkubuz filmlerinin biraz dışında kalıyorsada gerçekten çok kaliteli bir yapım. Filmimizde üç ana karakterimiz bulunmakda. Mühendis Halit (Serhat Tutumluer), Halit'in eşi Mükerrem (Berrak Tüzünataç) ve Halit'in kız kardeşi Seniha (Nergis Öztürk). Biraz karakterleri tanımakta yarar var;
* Halit boylu poslu, iyi eğitim görmüş, yakışıklı bir beyefendi.
* Mükerrem genç, güzel mi güzel, kültürlü bir kadın.
* Seniha bu iki karakterin aksine çirkin, evde kalmış, iyi eğitim görmemiş bir kadın.

Film 1930 yıllarında Zonguldak'da 29 Ekim Cumhuriyet balosu görüntüleri ile başlıyor. Bu baloya Zonguldak'ın önde gelen aileleri ve şeref misafileri katılmaktadır. Bunların arasında şehrin en önde gelen ailelerinden birisinin oğlu olan Nüshet'de (Bora Cengiz) bulunmaktadır. Nüshet çapkın mı çapkın, zenginliği ve yakışıklılığı sayesinde bütün şehrin kızlarını sıradan geçiren genç bir delikanlıdır. Abartmıyorum, bende öyle bir izlenim bıraktı. Arkadaş bir adamın yatağı hiçmi boş kalamaz. Bundan 3 ay önce Zonguldak'a taşınmış olan ana karakterlerimizde baloya teşrif etmişlerdir. Dans esnasında Nüshet'in dikkatini güzeller güzeli Mükerrem çeker ve dansa davet eder. Bu dans esnasında Mükerrem genç delikanlıdan çok etkilenir. Balodan kısa bir süre sonra Nüshet'in aile kahyası evin hanımının birşeyler konuşmak istediğini söylerekden bizim güzelmi güzel mühendis bey'in eşini evine davet eder. Ama aslında bu doğru değildir, Mükerrem'i evin hanımı değil Nüshet beklemektedir. Bu ikili ilk defa burada beraber olurlar, daha sonraki günlerde bu ilişki daha da ilerleyerek devam eder. Belli bir zaman sonra ilişkinin daha fazla dile düşmemesi için gündüzleri torbaya kaldırıp Halit Bey'in evde olmadığı geceler başka bir yerde buluşmalar, sıcak anlar diyip konuyu burada kesiyorum. Buradan sonrasını sinemada izleyiniz, ama Rexx'de değil.

“Filmin konusunu, finalini ben anladım” derseniz eğer finalde hayal kırıklığına uğrarsınız. Güzel bir finalinin olması yanında bu filmde Seniha karakterini oynayan hanımefendinin Osmanlı türkçesi ile yaptığı konuşmalar da hoşunuza gidecektir.

İyi eğlenceler...

Gizli sağ ayak tekniği



Hani bilgisayar oyunlarında vardır ya karakterlerin oyunun sonunda yaptıkları ölüm vuruşları, işte bizim Üzülmez'in de böyle bir tekniği olsa gerek on yılda birkaç defa sağ ayağıyla yaptıkları. Sol ayağından bir hayır görmedik ama sağ ayağı neler yaptı neler. Maçın analizini, Üzülmez'in, Rüştü'nün, Denizli'nin saçmalıklarını bir kenara bırakın. Üzülmez'in ilk goldeki ortası neydi aga öyle? Topuz'u bakkala gazoz almaya gönderişinden sonra kafayı kaldırması, bu esnada Fink'in sevgilisine el sallar gibi kendini belli etmeye çabalarken ceza alanına sokulması sıradan bir görüntü gibi gözükse de bundan sonra yaşananlar ben ve benim gibi düşünenlerin küçük dillerini yutturdu. Unutmuşuz Deli'nin neler yapacağını. -şuanda bile şaşkınım, inanamıyorum- Öyle bir orta kestiki ayağının üstüyle top süzüle süzüle Fink'in ayağına oturdu. Backham mısın mübarek? Volkan şanslıydı ki Fink'in o füzesine uzanamadı. Allah korudu, yoksa vücudunda ömür boyu kapanmayacak bir ikinci deliğe sahip olacaktı. Ya ikinci golde ki asisti? O da buram buram bir fitbol zekası ürünüydü. Bu söylediğime bende inanamadım ama işte Üzülmez adamı böyle mındar eder.

Son olarak lafımız ağız ishali olmuş olan twitter kazım'a; "Nasıl koyduk ama"

Beni Candan Usandırdı - Fuzûlî



Beni candan usandırdı cefâdan yâr usanmaz mı?
Felekler yandı âhımdan murâdım şem’i yanmaz mı?

Kamu bîmârına cânan devâ-yı derd eder ihsan,
Niçin kılmaz bana derman beni bîmâr sanmaz mı?

Şeb-i hicran yanar cânım töker kan çeşm-i giryânım,
Uyarır halkı efgaanım kara bahtım uyanmaz mı?

Gül-i ruhsârına karşu gözümden kanlı akar su,
Habîbim fasl-ı güldür bu akar sular bulanmaz mı?

Gamım pinhan dutardım ben dediler yâre kıl rûşen
Disem ol bi-vefâ bilmem inanır mı inanmaz mı?

Değilim ben sana mâil sen ettin aklımı zâil.
Bana ta’neyleyen gaafil seni görgeç utanmaz mı?

Fuzûlî rind-i şeydâdır hemişe halka rüsvâdır,
Sorun kim bu ne sevdâdır bu sevdâdan usanmaz mı?

Fuzûlî

Tiyatro - Coriolanus


Bu haftasonun güzel yanı bu oyuna gitmiş olmam. Onun dışında da zaten yorucu ve berbat bir haftasonuydu. Şimdi size haftasonu ne yaptığımı anlatmayacağım merak etmeyin. Zaten anlatacak birşey de yok. Sizleri sıkmadan şu güzel oyunu tanıtayım da sayfayı zaplamayın.

Dünyanın en önde gelen yazarlarından biri olan William Shakespeare'in Coriolanus isimli oyunu Roma döneminde geçiyor. Coriolanus, Roma'nın önde gelen soylu ailelerinden birinin oğlu olmasıyla beraber en önemli askerlerinden biri. Kahramanımız kendinden ne olursa olsun ödünmeyen vermeyen bir karakter. Diğer soylulardan onu ayıran en önemli özellikde bu. Bunu biraz açıklamak gerekirse günümüzün kodamanlarını düşünün. Nasıl yani? Şöyle; kodamanlar kendilerini kaf dağında görüp, çıkarları için her türlü esnekliği gösterebilen politik oyunculardır. O ise ne olursa olsun soyluluğundan geri adım atıp, kendine ihanet etmiyor. Bu güzel bir özellik olsada Coriolanus soyluluğunu iyice abartıp kendinden aşağıdakileri -halkı- aşağılamayı kendinde hak görüyor. Böyle olunca savaş alanları dışında pek sevilen bir karakter değil. Coriolanus Volsyalılar ile yapılan son savaşta büyük bir zafer kazanır. Bu savaşın bir diğer özelliği birbirinden ölümüne nefret eden iki askerin karşılaşmasıdır. Volsyalılar'ın komutanı Ofilius'un ismini burada anmayıp, kulak aşinalığı yapmadan olmaz. Çünkü oyunun ilerki dakikalarında önem kazanacak.
Ordunun komutanı tarafından bu zaferin onuru Coriolanus'a bağışlanır. Uzun zamandır savaş alanlarında yaşadığı büyük zaferlerin sonucunda artık ülkenin yönetimin kısmında yer alma zamanı gelmiştir. -Roma'nın yapısını bilmediğimden dolayı bazı yerleri kendi anladığım kadarıyla yazmaya çalışacağım.- Bu konuma gelmesi için halk temsilcilerininde onay vermesi gerekmektedir. Peki halkı devamlı aşağılayan bu insan nasıl olurda yönetime girebilir? Annesinin ve yakın dostunun telkinlerine kulak asmayıp söylediklerinden geri adım atmaz, hatta işi iyice abartıp halk temsilcilerinide aşağılamaya devam eder. Bunun sonucu olarak Coriolanus'un göreve atanması bir kenara, birde üzerine Roma'dan sürgün edilir. Bu sürgün şehirde soylular ile halkın arasına açıp, bir kaosa neden olur. Belli bir zaman ortalıkda gözükmeyen Coriolanus en büyük düşmanı olan Ofilius'un kapısına dayanır. Hayatını Ofilius'un ellerine bırakan kahramanımız beklemediği bir şekilde saygı görür. Bu iki büyük düşman artık aynı safdadır ve düşmanları ortaktır. Bu düşman Roma'dır.
Oyunumuz gayet kalabalık bir oyuncu kadrosuyla sahnelenmesinin yanında savaş kareografileri ve ufakda olsa müzik ile süslenmiş. Oyuncularında mükemmel performansını düşünürseniz eğer ortaya mükemmel bir oyun çıkmış. İzlemenizi önerip yazımı sonlandırıyorum.

İyi eğlenceler...

Yazan : WILLIAM SHAKESPEARE
Çeviren : ALI TAYGUN
Yöneten : ŞÜKRÜ TÜREN
Dramaturgi : HATICE YURTDURU
Kareografi : EFTAL GÜLBUDAK
Müzik : DENIZ NOYAN
Sahne Tasarımı : RıFKı DEMİRELLİ
Işık Tasarımı : F.KEMAL YİĞİTCAN
Kostüm Tasarımı : ZUHAL SOY
Efekt : ERSIN AŞAR
Yönetmen Yardımcısı : ÜMRAN İNCEOĞLU, CANER BİLGİNER, C.AHHAN ŞENER, NURSELİ TIRIŞKAN

OYUNCULAR
ASRIN GURUR KUYUCAK, BORA SEÇKIN, BURCU ÇOBAN, CANER BILGINER, CEMAL AHHAN ŞENER, DOĞAN ALTINEL, ECE YILDIZ, ERSIN UMULU, GÖKSEL ARSLAN, HAKAN GÜNER , HALE AKINLI, HÜSEYIN KÖROĞLU, HÜSNÜ DEMİRALAY, MEVLÜT DEMIRYAY, NİHAT ALPTEKİ, OĞUZBOY VEDAT ŞAHIN, OKAN PATIRER, ORHAN HIZLI, ÖZGÜR EFE ÖZYEŞİLPINAR, PINAR AYGÜN, SELÇUK SOĞUKÇAY , SIBEL TOPALOĞLU, TANKUT YILDIZ

Bir yıldızmı doğuyor ne?


Tiyatroyu ne kadar sevdiğimi yazılarımı biraz takip ediyorsanız anlamışsınızdır. Hep imrenmişimdir tiyatro oyuncularına, emeklerine, azimlerine, soğukkanlılıklarına, özgüvenlerine. O koltuklarda otururken bazen oyuna kaptırmış kendimi farklı dünyalarda bulmuşumdur, bazen oyuncuların yeteneklerini ağzım açık izlemiş, sonunda ellerim kızarınca kadar kadar karşılıklarını vermişimdir. Bugün ise koltuklarda oturmak yerine onlardan biri olmak için tek bir oyun sahnelecek olsa bile çabalıyorum. Uzun sayılabilecek bir süredir çalıştığım firmanın insan kaynakları bir tiyatro kulübü kurmaya karar verdi. Aslına bakarsanız bugüne kadar ne yaptıklarından bile haberim olmayan bu departmanın böyle bir işe kalkışması beni şaşırttı. Kimin aklından çıktıysa aklına sağlık. Sonunda bir işe yaradılar. Bende bu fırsatı kaçırmadım. Yaklaşık bir ay önce bir eğitmen eşliğinde eğitimlere başladık. Yavaş yavaş birşeyler öğrenmeye, birşeyler yapmaya çalışıyoruz. Hani öyle başlıkdaki gibi ilerisi için bir iddam yok, sadece bu işten zevk almak, insanların önünde böyle bir işe girişerek özgüvenimi kazanmak peşindeyim. Fazla mütevazi davrandığıma bakmayın, bende meğersem ne cevherler varmışda benim haberim yokmuş demeden de geçmicem. Biraz şımaralım, diimi? Belkide bakarsınız beyaz perde yeni bir yetenek kazanır. :) Benim Al abiden neyim eksik! Yetenekliyiz vesselam... Daha yeni başladığımız için haftada tek ders ile ağır adımlarla ilerliyoruz. İleride roller dağıtılmaya, ezberler, provalar başladığında haftada 3-4 güne kadar çıkacak olan zor bir dönem başlayacak. Bizim sempatik eğitmen arkadaşın aklında Türk tiyatrosunun ustalarından birinin eğlenceli bir oyunu var. Sanırım bu oyunu sadece şirket içinde değil yardım kuruluşları için bile oynama durumumuz varmış diye bir söylenti dolaşıyor içeride. Umarım olurda bir taşla iki kuş avlamış olur, kendimiz dışında başkalarınada iyiliğimiz dokunur. Bakalım nasıl olacak?
Allah yüzümüzü kara çıkartmasın...

Roman Holiday [1953]



Her seferinde söylüyorum; “ben bu siyah-beyaz filmleri seviyorum”. Geçmişin insan üzerine çevrilen filmleri bir kenara bugünün sinema adı altında beyaz perdeye aktarılan saçmalıkları bir tarafa.
İşte bunlardan bir tanesi daha “Roman Holiday”. 1953 Yapımı olan filmde Gregory Peck Joe Bradley isimli bir gazeteci olarak karışımıza çıkarken, Audrey Hepburn ise Princess Ann rolüyle gözümüzü kamaştırıyor. Neden kamaştırıyor dediğimi filmin başında Hepburn'ü o princess kıyafeti içinde gördüğünüzde anlayıp, bana hak vereceksiniz. Bir kadın bu kadarmı çekici, etkileyici gözükür. Filmin başka bir karakteri ise Eddie Albert'in oynadığı Irving Radovich. Irving, Joe Bradley'in yakın arkadaşı ve haberin ajansının fotoğrafçısı. Bana Albert'i görmek yakın zamanda kaybettiğimiz Patrick Swayze'i hatırlattı. Sima olarak benzerlikler taşıyorlar. Bi ara “acaba o mu diye” tereddüt ettirse de “yok canım daha neler” diyerekden yüzümde gülücükler oluşmasına neden oldu. Filmin tamamının Roma'da çekildiğini bir not olarak eklemeden konuya geçmeyelim.
Eğlenceli bir film olan Roman Holiday Princess Ann'ın ülke ziyaretleri esnasında Roma'ya uğramasıyla başlıyor. Ann artık bu diplomasiden, yapmacık tavırlardan sıkılmış, diğer sıradan insanlar arasında olmak, gönlünce yaşamak istiyor ve bu nedenle bazı günler stresin verdiği etkiyle sinir krizleri geçiriyor. İşte bu günlerden birinde rahatlaması için doktor tarafından sakinleştirici yapılıp, odasında dinlenmeye bırakılır. Aklına isteklerini yerine getirmeyi koyan Ann Colosseum'dan kaçar. Şehirde biraz dolaştıkdan sonra ilacında etkisiyle bir bankda yarı uykulu halde Bradley'in karşısına çıkar. Ortalık halde bu tür davranışların yasak olduğu Roma'da Bradley bu bayanı yalnız bırakıp polis ile muhattap olmaması için bir taksi çevirir. İlk önce Bradley kendi evine gider, taksiciyede kızı evine bırakmasını ister ama düşündüğü taksicinin bu teklifi red etmesiyle boşa çıkar. Mecburiyetden kızı kendi evinde misafir etmek zorunda kalır. Bu sıralarda Prenses'den sorumlu görevlilerin kaçışı farketmeleri uzun sürmez ve prenses'in bütün randevuları iptal edilerek, ajanslara hasta olduğu bilgisi verilir. Sabah Prenses'le randevusu olan Bradley uykudan uyanamayınca bu randevuya geç kalır, ilk önce ajansa giden Bradley amirine bir yalan uydurma çabasındayken yalanlarının ortaya çıkarılıp, gazetenin gözüne sokulmasıyla bir anda şoka uğrar. Çünkü dün gece evinde ağırladığı kişi prenses'dir. Bu durumdan iyi para kazanacağını düşenen Bradley amiriyle prenses ile yapacağı bir röpörtaj için anlaşır. Artık yapması gereken evinde yatan kıza sıradan bir kişi gibi davanmak, mesleğini saklamak ve arkadaşı Irving'i ayarlayıp fotoğraflarını çektirmek olacaktır. Ann ise tanınmadığını düşünerekden kendini bir okul öğrencisi olduğu yalanını ortaya atar. Bu saatten sonra bir yalan oyunu içerisinde eğlenceli bir film başlar. Hepburn'ü filmde izlerken aklıma nedendir bilmem Belgin Doruk geldi. Bize de böyle arada bir gelip gidiyorlar nedense? Hernseyse, bu güzel filmi izlemenizi önerip, yazımı sonlandırıyorum.

Hadi sağlıcakla kalın...

Açlık Oyunları - Suzanne Collins



Yakın zamanda bitirmiş olduğum Suzanne Collins'in “Açlık Oyunları” isimli kitabı tanıtmaya çalışacağım. Bu kitap yazarın ilk okuduğum eseri olmasıylada benim için biraz daha önem taşıyor. Kitabı okurken aslında konu olarak pek yabancılık çekmeyeceğiz. Sinema perdelerinde de buna benzer konular birçok sefer karşımıza çıktı. Ama bazı bariz farklılıklarda bulunmuyor değil, özellikle yaratılan dünya açısından. Bir dünya düşünün ki -Capitol- üst teknolojilerin kullanıldığı, yüksek yaşam şartlarının bulunduğu, etrafı dik dağlarla çevrili, tek bir girişi bulunan bir şehir. Bu şehrin dışında bunlara hizmet eden, ihtiyaçlarını gideren “mıntıka” tabir edilen 13 yerleşim alanı. Mıntıkaların hizmet durumu coğrafi ortama, kaynaklara bağlı olarak değişim gösteriyor. Yani bir tarafda zenginler, bir tarafda işçiler. Gün geliyor işçiler ayaklanma çıkartıyor, bu ayaklanmada isyancılar Capitol tarafından bastırılıp öldürülüyor. Bu isyanın kaynağı olarak gösterilen 13. mıntıka ibret olarak yok ediliyor. O günden sonra bu mıntıkaların bir daha isyan çıkartmaması ve o günleri hatırlamaları için her sene olmak üzere mıtınkalarda 11 ile 16-17 yaşların ki çocuklar kura yardımıyla seçilerek büyük bir gösteri eşliğinde açlık oyunları adı altında ölümüne savaştırılıyorlar. Sona kalıp kazanan çocuğun ailesine ve kendisine ömür boyu sürecek iyi bir yaşam vaad ediliyor. Yazının başında bahsetmiş olduğum benzerlik bu ölümüne savaş ile defalarca ekranlara yansıtıldı. Hatta hatırladığım kadarıyla bu ölümüne savaşda çocukları kullanmayı bir uzakdoğu filminde de görmüşdüm.
Kitabımızın ana karakteri 12. mıntıkadan bir kız olan Katniss. Katniss'in diğer çocuklardan farkı çekilen kurada çıkan kız kardeşi yerine katılması. Yani bu ölümcül oyuna zoraki olarak gönüllü oluyor. Karakteri biraz daha tanımaya çalışalım. Katniss 12. mıntıkada yaşayan bir kız çocuğu. Yakın zaman içerisinde babasını kömür ocağında ki patlamada kaybetmiş. Annesi, kız kardeşi ve kız kardeşinin çirkin kedisiyle beraber yaşıyor ve ailesinin bütün ihtiyaçlarını karşılamak için hayatla mücadele ediyor. 12. Mıntıkanın geçim kaynağı kömür ocakları, bir kız çocuğun kömür madeninde çalışması düşünülemeyeceği için ailesinin ihtiyaçlarını farklı yollardan sağlıyor. Mıntıkaları sınırlayan tel örgülerin dışına çıkmak yasak olmasına rağmen arkadaşı Gale ile beraber ormana çıkıp ok-yay ile hayvan avlıyorlar ve bunlar mıntıkada değiş tokuş yaparak ihtiyaçlarını gideriyorlar. Tabiki vali olsun, muhafızlar olsun buna göz yumuyorlar.

Kitabın yardımcı erkek oyuncu rolünde ise yine aynı mıntıkadan fırıncının oğlu Peeta. Peete ile Katniss'in ilişkisi çok daha eskiye dayanıyor. Aralarında ki ilişki sadece aynı mıntıkada olmalarından öte geçmişe dayanan bir minnettarlık. Peete aile mesleği nedeniyle ağır işlere alışkın olduğundan dolayı güçlü kuvvetli bir delikanlı.

Ne demiştik? Evet. Katniss kardeşinin yerine oyunlara zoraki gönüllü olarak katılıyor ve ailesini arkadaşı Gale'e emanet ediyor. Capitol'e trenle yolculuk esnasında iki karakter Katniss ve Peete'e eşlik ediyor. Bu iki karakter sadece bu tren yolculuğunda değil kitap boyunca ana karakterlerimize hem eşlik edecekler hemde büyük yardımları dokunacak. Bunlardan birisi Haymitch. Haymitch 12. mıntıkadan bu oyunları kazanan sonuncu kişi ve sanırım tek kişi. Gayet zeki birisi olmasına rağmen bir alkolik. Oyunların başka bir kuralı seçilen oyunculara koçluk yapan kişilerin aynı mıntıkadan oyunu kazanmış kişiler olmaları. Düşününce her yıl sorumlu olduğu çocukların ölümünü görmesi bir insanı nasıl bir duruma sokar. Böyle bir durumda Hatmich'in de alkolik olması pek yadırganmamalı. Diğer bir karakter ise Effie. Effie mıntıkanın oyunlardan sorumlusu bir bayan. Konuya dönersek eğer tren yolculuğunun bitimiyle çocuklar odalarına yerleştiriliyorlar. Birileri için bu ölüm-yaşam savaşının bir oyun olduğunu düşünürsek eğer bunu en gösterişli halde sunulması gerekiyor. Bunun içinde çocuklara birer hizmetçi ve modelist atanıyor. Bu modelistler çocukların halkına önüne çıkmadan önceki kıyafetlerini, makyajlarını vs işleri ayarlıyorlar. Halkın önünde bir yürüyüş gösterisinin devamında ise çocuklar canlı yayında tevelere tek tek çıkartılıp röportajlar yapılıyor. Bu gösteriş faslı bittikden sonra oyunların daha iyi bir hal alması için çocuklara savaş eğitimleri veriliyor ve oyunların başlama günü geliyor. Kitabın bu kısmına kadar stratejik planlardan söz etmeyip, bazı önemli noktaları es geçeceğim ki kitabın tadı kaçmasın.

Kitabı aldığımda bunun tek bir eser olduğunu düşünüyordum ki okudukça yazar tarafından bir seri olduğunu anlamam uzun sürmedi. Bugünlerde serinin 2. kitabı olan “Ateşi yakalamak” raflardaki yerini aldı. Kitabı tek bir eser olarak ele almak istersek eğer çok üst düzey bir kitap değil, seri olarak düşündüğümüzde ise bir giriş kitabı için ise yeterli seviyede. Aksiyon, zeka, duygusallık yüklü bir kitap. Kitabı oyunlar üzerinden düşündüğümde pek heyecanlı geldiğini söyleyemem ama yaratılan dünya ve bu dünya üzerinde yaşanacak olayları hayal ettiğimde serinin diğer kitapları bende heyecan uyandırıyor. Umarım bu heyecanım diğer kitaplarda dahada artar.
Sonuç olarak okunması gereken bir kitap, iyi eğlenceler...

Beşiktaş JK: 88 Türk Telekom: 69

Güzel maç oldu, bizim için. Daha ilk çeyrekde ağırlığımızı koyduğumuz maçda 3. peryod bittiğinde 30 sayı civarında bir farka ulaşmıştık. 4. Peryodda ise daha yedek ağırlıklı bir kadro ile sahadaydık. Rakibin hiç bir varlık gösteremediği maçı rahat bir şekilde kazandık.
Salon ise diğer maçlara oranla daha bir doluydu.

Çocukların gözlerinden öperim, yüreğinize sağlık!





Çampıyıns pankart ligi

Kısa ve öz olarak uzatmadan kapalının altındaki alanı kapatan Beşiktaş sevgisiyle alakası olmayan grup, semt adlarının bulunduğu 6-7 tane pankart neyin nesidir? Karagümrüklülerden, gümüşsuculara herkes orada. O pankartlar orada asılı olunca ne oluyor? Cidden merak ettim, maç esnasında gözüm takıldı durdu. Garipsedim! Ne bir konudan, ne bir aşkdan, ne de başka birşeyden bahsediyor. Hani böyle bir pankart ligi varda bizim mi haberimiz yok. Neyin reklamını yapıyorsunuz?

Nerden çıktı şimdi bu da demeyin, takıldı işte gözümüze...
Millet maçtan birşeyler yazar bizde böyle abzürt şeylere takılıyoruz.

Akıl akıl gel bir yerime takıl


Aklın yolu birmiş diyesim geliyor ama Denizli'nin aklı bizim anlayacağımız şekilde çalışmadığı kesin. Bugün ilk 11'de doğru yerlerinde oynatılan beş oyuncuyu sahada görmek güzeldi. Sezon başında Fink transferi için vizyonsuzluk demiştim bugün içinde aynısını dile getiriyorum. Ama şu bir gerçektir ki züper lig için kadroda bu mevki için en uygun isim de Fink'dir. Geçen sene Cisse-Enrst ikilisini bulana kadar emdiğimizi burnumuzdan getiren Denizli umarım akıllanmıştır da bu ikiliyi bozmaz. Umarım diyorum çünkü rotasyon adı altında insanları salak yerine koyup, takımın bünyesine tecavüz edip, bizleri kanser ederek fitboldan soğutmasına yeter artık. Bu haftanın başka bir güzelliği ise İsmail'in oynamasıydı. Bu çocuk bugün kötü olsada ileride çok daha iyi olacaktır. Yeter ki oynatılsın. Buradan kötü oynadığı anlamı çıkartmayınız, beğendim, çok da iyi oynadı. Kötü oynasaydı mesela diyorum. Üzerinde durulması gereken bir oyuncu.


Oynanan fibol açısından bakıldığında diğer maçlara nazaran çok daha iyi bir görüntü sergilendi. Bunun en büyük etken Ernst-Fink ikilisinin ortasahayı iyi parsellemesiydi. Orayı geçen toplar ise Ferrari-Sivok tarafından toplanınca oyuna hükmeden bir Beşiktaş ortaya çıktı. Defansif olarak iyi bir Beşiktaş olsada sahada hücum anlamında sol tarafda İsmail dışında kanatları kullanamadık. Toraman'ın azmini, mücadelesini ayakta alkışlıyorum ama bence sağbek mevkiinde ilk seçenek kesinlikle olamaz. Benim ilk tercihim Ekrem'dir.

Tello içinde bir çift söz söylemek isterim. Tello'nun kariyeri, mevkii belli olmasına rağmen bugün oyun kurucu yaratma çabaları sayesinde var olan potansiyelinede tecavüz ediliyor. Aferin! İki gün sonra taraftar bunu nereden aldınız demeye, bizim işimize yaramaz denmeye başlanacak. Bir sistem, bir td oyuncuyu vezirde eder rezilde. Buna en güzel örnek Tigana'nın Serdar seçimi ile Ertuğrul'un Serdar seçimi en güzel örnektir. Bugün ise Denizli'nin Tello ve Bobo seçimleri buna en güzel örnektir.

Benim asıl merak ettiğim devre arasına altı hafta kaldı. Bu devre arasında Delgado'nun gelmesiyle kimin kadrodan gönderileceği, gözüken Fink gibi duruyor ama gönderilirse orası nasıl kapatılır bilmiyorum. Çünkü Uğur bu bölgede Fink'in yaptığı işi kesinlikle yapamadığı ortada. Gözüken bizi çok heyecanlı bir devre arası bekliyor.

Bugün Aydın'ı görmek beni ne kadar mutlu etti bilemezsiniz. Böyle bir yeteneği nasıl kaybettik anlamak zor. Oynadığı 20 dakikada başımıza büyük bir bela açacaktı sarı velet. Umarım Hikmet Karaman Aydın'a daha fazla şans verirde hem Türk fitbolu hemde Ankaragücü kazanır.

Bir çift sözde Ankaragücü tribünlerine; adam olun, insan olun! Olamıyorsanız insanların içinde ne işiniz var? Lafımız dün ırkçı tezaüratlar yapanlara...
Kalın sağlıcakla...