Cehalet

Toplum olarak vurdum duymazlığımızın yanında bize birşey olmaz düşüncesi başımıza çok işler açmış olmasına rağmen huyumuzdan vazgeçmiyoruz. Bu kötü karakterimize çok farklı konularla çok sayıda örnekler verebiliriz. Tam olarak yerini hatırlayamasam da kısa süre önce birçok kişinin hayatını kaybettiği bir olay vardı. Bu olayda ses bombası patlatılmış , daha sonra ise meraklı insanlarımızın olay yerinde toplanmasından kısa süre sonra başka bir bomba daha patlatılmıştı. Işığa gelen pırpırlar gibiyiz. O kadar düşüncesiz , cahiliz ki!
Dün ise Bostancı'da bir örgüt evine operasyon düzenlendi. Yaşananlar ise cahilliğin, tedbirsizliğin, iş bilmemezliğin örnekleri ile doluydu. Olay yerinde polis hiçbir güvenlik önlemi almamış, gazeteciler , kameramanlar, muhabirler, polisler, vatandaşlar ortada fink atıyordu. Oradaki militan siz olsanız ve üstüne üstlük kör olsanız boşa sıkma şansınız olmaz. Bu nasıl bir cehalettir. Bu nasıl bir rezilliktir. Yaşananların sonu? Facia. İki hayatını kaybeden insan , 8'de yaralı. Ölenlerden biri 16 yaşında bir genç. Yaralananlardan birisi kameraman.
Özellikle kameramanın vurulma anı ekranlara yansıtıldığında izleyenler ne demek istediğimi daha iyi anlayacaklar.

Bu kadarmı cahil olunur. İnsaf...

Sonbahar [2008]




Bundan bir ayı aşkın süre önce bu filmi izlediğimde bir-iki ödül kazanmıştı . Daha sonra ise ödül sayısı gittikçe arttı. Sanırım en son ödül sayısı on civarındaydı. Hayata dair filmleri seviyorum. Nuri Bilge Ceylan’ın “Üç Maymun” da ki başarı üzerine “benim asıl izeleyicim 50-60 bin civarındadır” demecini hatırlıyorum da ülkemizde bu tür filmlere pek rağbet gösterilmiyor. Yıllarca tek başına koskoca orduyu yok eden Rambolardan , sayısız yumruk yemesine rağmen yılıklmayan Rockylerden , aslında dünyanın en büyük baş belası olan abd’nin her seferinde dünyayı kurtaran kahraman yaratan saçmalıklarına o kadar alışmışız ki gerçeklere pek katlanamuyoruz. Zamanında Fatih Akın’ın “Yaşamın Kıyısında” isimli filmini izlemiş ,beğenmiştim. Tartışma ortamı olan , katılanların kültür seviyesinin yüksek olduğunu düşündüğüm bir platformda bu film hakkında yorum yapıp , beğendiğimi söylemiştim. Aman aman filme ne abzürt eleştirler geldi bilemezsiniz. Sanki filmlerde yaşananların büyük bir çoğunluğu yalanmış gibi. Halbu ki doğruydu.
Sonbahar’dan da arkadaşıma bahsettiğimde; arkadaşım grub olarak gittiklerini ama beğenmediklerini söylemişti. Zevkler tartışılmaz ama insanlar artık sinemalara filmde gerçek payı varmıdır diye bir düşünceyle gitmiyor. Tek düşünce amaçsız gülmek, eğlenmek. Bundan dolayıdır ki Recep İvedik tarzı saçmalıklar milyonlarca kişi tarafından izleniyor.

Bizim memlekette birçok dil konuşulur. Bölge bölge de değişir. Gürcüce , Türkçe, Hemşince,Lazca. Okuma oranı ne kadar yüksek olsada pek genç kalmadı memlekette. Yatırımın yapılmayan ,önemsenmeyen bir şehir ARTVİN.

Filmin konusuna geçelim artık değimi. Filmin baş karakteri Yusuf. 22 Yaşında , üniversite yıllarında siyasi olaylara karşıması nedeniyle 12 yıl ceza almış bir mahkum. Hani hatırlarsınız belki hayata dönüş operasyonlarını. Devletin sizin hayatınız için içeri giriyoruz diyip cezaevinde yaşananları. İşte bu gerçek görüntülerle başlıyor film. Yusuf’un artık sağlık problemleri had safhadadır. Ciğerleri iflas etme durumuna gelmişdir. Doktorun tavsiyesiyle diğer mahkumlar gibi sağlık sorunlarını öne sürerek cezaevinden iki yıl erken çıkıp memleketine doğru yola çıkar. – İçim cız etti be agam- Hopa’ya ulaşıp köyüne vardığında tek başına yaşayan annesi karşılar Yusuf’u. Yusuf’un sağlığından habesiz annesinin planları farklıdır. Evlenmesi çoluk çocuğa karışmasını istemektedir. Film Yusuf’un yaşadıkları , toplum baskısı , sağlık sorunları üzerine kurulmuş. Arayada ufak bir aşk hikayesi sıkıştırılmış. Bu da karameli olmuş. Filmde ki Artvin manzaraları , müziği , memleketime has dilide (hemşince) eklenince on numara bir film olmuş. –Ne kadar özlemiş be- “Arkadaş memleketinde çevrildi ya ondan bu kadar övüyorsun” demeyin. Biz hakkını veririz her filmin. Ben hakkını vermesemde aldığı ödüller yeterde artar bile.
Lafımızı filmden bir satır ile bitirelim;
Her daim düşleri peşinde koşan , sabırsızlık zamanının güzel çocuklarına.

OYUNCULAR
ONUR SAYLAK : YUSUF
RAİFE YENİGÜL : GÜLEFER
MEGİ KOBALADZE : EKA
SERKAN KESKİN : MİKAİL
NİNO LEJAVA : MARİA
SİBEL ÖZ : ASİYE
CİHAN ÇAMKERTEN : ONUR
SERHAN PİRPİR : CİHAN
YAŞAR GÜVEN : KOĞUŞ YAŞAR




Link
http://www.sonbaharfilm.com/ntr/

Keman ve hüzün - Farid Farjad



Sanırım bundan yirmi gün önce almıştık biletleri. Yer Bostancı gösteri merkezi. Konser ise Farid Farjad'ındı. İnternette "Farid Farjad kimdir?" diye arattırsanız muhakkak çok fazla bilgiye ulaşabilirsiniz ama ben yinede tembel insanlarımız için ufak bilgi notu ekleyim. Farid Farjad 1938 , İran doğumlu olup dünyanın önde gelen keman virtüözlerinden birisidir. Bunuda fazlasıyla hak ettiğini cumartesi akşamı gösterdi. O güzelim yazdan kalma İstanbul akşamında öyle bir konser verdi ki insanları büyülü bir dünyanın içindeymiş gibi hissettirdi. Konser hakkında ufak bilgiler de eklemeden geçmeyelim.
Konser iki genç arkadaşın birkaç eserden oluşan piyano , gitar girişiyle başladı. Daha sonra Farid Farhad eşiyle beraber piyano ve keman eşliğinde bir kaç eser seslendirdikten sonra dinlenmeye geçtiler. Tabi bu esnada eşinede iltifatlar etmeyi unutmadı. Sempatik adam vesselam.
Bu ufak arada ise şuanda ismini hatırlayamadığım bir beyefendi piyonada harikalar yarattı. Ben tek başında piyano seven bir insan değilim ama hakkınıda yememek lazım beyefendinin. Piyanonun daha çok tamamlayıcı bir müzik aleti olduğuna inanıyorum. Sonuçta zevkler ve renkler tartışılmaz. Bu ufak piyano resitalinden sonra ise flüt'de eşi , kemanda kendisi ve piyanoda ismini hatırlayamadığım beyefendi ile birlikte üçlü bir grub oluşturarak konsere inanılmaz bir şekilde devam ettiler.
Konser esnasında Türk ezgilerinden bazılarınıda seslendiren ünlü virtüöz konseri mükemmel bir şekilde ve alkışlar arasında bitirdi.
Eğer "arkadaş ben arabeskçiyim bilmem neyim , dinlemem" diyenlerden değilseniz Farid Farjad size müzik adına çok büyük tadlar sunabilir.
Kemanda ki hüzün ise anlatılmaz.

Ruhumda ki çocuk






Sokakta top oynamayı , kaldırımlarla duvar pası yapmayı , Van Basten olmayı ne kadar çok özlemişim.


- Gel oğlum kalk bakalım tahtaya, sana bir sorum var.
- Buyurun, sorun öğretmenim.
- Canlılar kaça ayrılır?
- Dörde ayrılır öğretmenim...
- Bana yanlış gibi geldi ama say bakalım...
- Bitkiler, Hayvanlar, İnsanlar, Çocuklar...
- Çocuklar da insan değil mi oğlum?
- Haklısınız, o zaman canlılar üçe ayrılır öğretmenim...
- Peki, şimdi yeniden say bakalım....
- Bitkiler, Hayvanlar ve Çocuklar...
- Oğlum insanlara ne oldu?

- Düşünebilenler hep çocuk kaldılar, düşünemeyenler de hayvanlaştılar öğretmenim."

Son Ada - Zülfü Livaneli



Kitap almadan önce internette birçok kitapevinin sitesine girip okuyucu yorumlarına göz gezdirdikten sonra alacağım kitabı seçerim. Bundan dolayıda şuana kadar okuduğum kitapların genelinden memnun kalmışımdır.-İnternetin gözünü seveyim- Zülfü Livaneli'nin "Son Ada" isimli romanınıda bu şekilde satın aldım. Memnun kaldım mı? Kesinlikle. Yalın bir dille anlatılmış olan bu kitab , adada yaşayan bir sakinin gözüyle anlatılıyor. Kitabın konsuna geçecek olurak eğer adanın sahibinin bir iki tanıdığını adaya davet etmesiyle başlayan , zamanlada çok fazla sakinin yaşamadığı bir yerleşim yeri halini alıyor. Belli bir zaman sonra adanın sahibinin ölmesiyle miras oğluna kalıyor. Ama oğluda düzeni bozmayarak aynı şekilde yaşantısına devam ediyor. Dünyadan soyutlanan bu adada insanlar geçimlerini adanın nimetlerinden faydalanmak suretiyle ve haftada bir adaya gelen gemiyle bu nimetleri satıp , gerekli ihtiyaçlarını karşılayarak sürdürüyorlar. Dışardaki dünyanın pisliğinden arındırılmış bu adanın sakinlerinden birisinin birgün vefat etmesi ve vefasız çocuklarının da bu evi gazete ilanıyla satması ile insanların hayatları yavaş yavaş değişmeye başlıyor. Adada ki bu evi satın alan ise eski darbeci bir asker. -Bana nedense birini hatırlatıyor , o da böyle yapmışmıdır acaba- Bu darbeci paşamız adaya gelmesinden sonra ilk başlarda adanın görüntüsünden memnun kalmayarak kimseye sorup soruşturmadan adamlarına bazı ağaçları budatıyor. Ada halkı ve kitapta ismi yazar olarak geçen karakterimiz bu yapılan olaya karşı çıkıyorlar. Ama nafile. Paşamız geçmişten gelen toplulukları idare etme becerisiyle herkesi uyutmayı başarıyor. Yazar karakterimiz birşeyler hissetmiş olacak ki bu yaşanan olayı devede kulak olacağını daha kötü günlerin beklediği söylemesine rağmen pek aldırış eden olmuyor. Daha sonra ki günlerde demokrasi adı altında ada halkına baskıcı bir tutum ve doğal hayata karşı yıkımlar başlıyor.

Yazının başında söylediğim gibi beğendiğim bir kitaptı. Okuyucuyu sıkmaması , yalın bir dille bizden biriymiş gibi anlatılması ise en güzel yanları. Çok kalın bir kitap değil , onun için de kısa sürede sıkılmadan bitirebilirsiniz. :)

Taraftar , ligtv , müşteri

Uzun zamandır Beşiktaş taraftarı ile yayıncı kuruluş arasında herkesin bildiği üzere bir gerginlik yaşanıyor. Biteceğede benzemiyor. İki taraf açısından da durumu incelemekte yarar var.
• Yayıncı kuruluş açısından baktığımızda kendileri ticari bir şirket. Yani amaçları kâr etmek. Kulüplere ödenen yüksek miktarda yayın gelirini çıkartıp üzerine kâr etmeleri gerekiyor. Müşteri ise taraftarlar. Yapılan anketlerde –kimin anketi- Gs ve Fb’nin taraftarlarının yüksek sayıda olmasının yanında kapitalist düzende de en iyi müşteri profili. Beşiktaş taraftarı ise kapitalizm’den fazla nasibini almamış , biraz daha sosyalist çizgiye yakın duruyor. Yani sokağın asi çocuğu. Böyle olunca kapitalist düzenin istediği müşteri profiline uymuyor. Bunlar göz alındığında yayıncı kuruluşda tabiki müşterisi olan veya olma ihtimali yüksek kulüplere yöneliyor.

• Beşiktaş taraftarı açısından bakacak olursak eğer kendilerine müşteri gözü ile bakılmasından hoşnut değil. Yönetimden bile kulüp ürünlerine rağbet gösterilmediği yönünde açıklamalar var. Taraftarın söyledikleri ise ülke ekonomisi ile birbir bağlantılı. Ürünler çok pahalı ve dizayn açısından yetersiz. Taraftar olduklarını da her söylemde dile getiriyorlar.


Şimdi bu incelemeleri birleştirecek olursak eğer kapitalist düzendeki müşteri profiline uymayan bu taraftar topluluğunun bağlı olduğu kulüp başarılı olmamaladır. Sonuçta para kazandırmıyorlar. Bunun yerine daha çok para getiren diğer iki kulup her zaman en üst sıralarda olmalıdır. Aksi taktirde ürünler satılmaz. Zarar edilir. Peki bu nasıl aşılacaktır? Böyle durumlarda – örnek bu sene- bu iki kulübün içerisinde yaşanan olaylar çok az değinilerek üstü kapatılır. Ortaya pembe bir tablo çıkartılır. Ligi önde götüren kulübün içerisinde ise oyuncu , yönetici , taraftar hatta sahadaki oynana futbolda yaşananlar olsun farketmez , en ufak anlaşmazlık , yalnışlık beklenmeye çalışılır. Bu sayede günlerce süren propagandalarla federasyon , hakem ve taraftar üzerinde baskı yapılmaya çalışılır. Malesef ki yayıncı kuruluşun tek derdi para kazanmak olmasından dolayı spor,centilmenlik, iş ahlakı gibi kavramlar geçerli değildir. İşte burda taraftar ile yayıncı kuruluş arasında ipler kopuyor. Hayatın olmazsa olmaz kavramlarını hiçe sayarak kendi kulüplerini zarar uğratmak , yıpratmak isteyen yayıncı kuruluşa karşı gerek salonlarda , stadlarda gerekse sanal dünyada ayaklanmış durumdalar. Yaptıkları eylemlerde fazlasıylada haklılar.

Biz müşteri değil taraftarız.




Ekleme: Yukardaki yazıyı yazmamdan iki gün sonra oynanan gs-fb maçının bitiminde a.polat tezgah kurulduğunu ve bu iki takımın ligden düşürüldüğünü söyledi. Bugün ise ismi lazım olmayan bir gazete başlık attıp anket düzenliyor; "Şampiyon aslında belli mi?."
Neymiş? İti an , çomağı hazırla.

Bırak tavşanı , şapkayı be hocam!

Genellikle hafta boyunca biri İstanbul'da diğeri İzmir'de olan sevgili dostlarımla sıkı bir mail trafiği yaşarız. Konu bazen geyik olur , bazen ise Beşiktaş. Cuma günkü konumuz ise akşam oynanacak maçın kadrosuydu. Haftaiçi gazetelerde Beşiktaş'ın tek santrafor ile sahaya çıkacağı söylentileri vardı. Ben ise böyle bir sistemin başarısızlıkla sonuçlanacağını savunanlardanım.Bu düşünceler içerisinde Tello oynatılacaksa eğer Cisse'nin kesilip Uğur'un oraya monte edilmesini -keşke Kurtuluş olsaydı-, Cisse oynatılacaksa eğer Tello'nun kesilmesi taraftarıydım. Yani santraforlar Bobo ve Holosko olmalıydı. Çünkü Beşiktaş tek santrafor ne de tek önlibero ile oynayabilecek bir oyuncu yapısına sahip değil.
Akşam oldu 37927 ile buluştuk. Arkadaşın boğazları ağırıyor. Millet maçı barda, resturant'da izler , biz muhalebicide. Aman Allahım düştüğümüz hale bak. Herneyse shaya takımlar çıktığında bende bi hüsran , arkideşte ise doğru kadro söylemleri. İlk 45 dk. birbirimiz yedik. Devre arası oldu , biz hâla anlaşmış değiliz. Tabiki devre arasına kadar takımın çektiği şut sadece bir. Pozisyon yok. Rakip 1-0 önde ve kaçırdıkları iki net pozisyon var. Bazen sinrlendirmek için yaptığını düşünüyorum ya.
İkinci yarı ise benim dediğim geldi Mustafa efendi. Cisse çıktı , Uğur girdi. Erkan çıktı , Holosko girdi. Ne mi oldu? Takımın bir anda benliği değişti. İkinci yarının başlarında bir kaç kontra yememize rağmen ilerleyen dakikalarda baskımızı iyice kurduk. Biri Zapo'nun penaltıdan - böyle bir penaltı olurmu diyenler varmış. Daha nasıl olacak?- diğeri Bobo ve Yusuf'dan olmak üzere son 15. dk maçı çevirip aldık. Yani neymiş? Şapkadan tavşan çıkartmaya çalışmanın anlamı yokmuş hocam!
Beşiktaş taraftarları artık böyle bir heyecan yüküne alıştı. Aksi halde bünyeye ters geliyor. Ama bir gerçek daha var ki bizler artık genç değiliz , elimizde ki kadehle küt diye gideriz.

Kocaeli taraftarlarınıda alkışlamak lazım. Yenik duruma düşene kadar ortalığı bayram yerine çevirdiler. Umarım ligden düşmezler. Yoksa yazık olur.

Bir çift lafımda sevgili dostuma;
Ne oldi? Rengin soldi?

Escape from Alcatraz [1979]


Geçen günlerde arkadaşımdan film önermesini istediğimde 1979 yapımı olan Escape from Alcatraz ismini vermişti. Dün izleme fırsatı buldum. Genellikle bu tür filmlerde hapishaneden kaçan mahkumların yaptığı inanılmaz planlar insanın ilgisini çekiyor. Bunlardan en unutulmaz ise -tabi benim için- Tim Robbins ve Morgan Freeman'ın boşrölünü paylaştığı The Shawshank Redemption'dır. Filmin konusuna geçmeden önce filmin sonunda yazan bir not hakkında bir iki ufak birşeylerde karalamak lazım. Filmin sonunda yazan notta Alcatraz'dan kaçan mahkumlardan 1 yıl sonra hapishanenin kapatıldığı yazıyordu. Bazı filmlerde bu tür notlarla karşılaşabilirsiniz. Bu sayesede seyircinin aklında gerçekmiş düşüncesi yaratılmaya çalışılır. Bende acaba bu olay gerçekmidir diye internette bir araştırma yaptım. Filmde bahsi geçen olay evet gerçekten yaşanmıştı. Ama kaçan mahkumlardan hiçbir zaman haber alınamadığıda belirtiliyordu. Yapılan aramalarda tanınamayacak halde bulunan hapishane giysili bir ceset dışında da birşey ortada yoktu.Bazı insanlar yaşadıklarını bazıları ise boğulduklarını inandılar. Efsane olmuş bu karakterlerin resimlerinide aşağıda bulabilirsiniz.
Filmin başrolünde Clint Eastwood oynuyor.Özellikle "The Good, the Ugly, the Bad" filmiyle efsane olmuştur. Daha sonra yönemenlikteki becerisini göstererek "Million Dollar Baby" filmiylede oscar aldı ya o da alkışlanır. Bu kadar kişisel düşüncelerden sonra filmin konusuna geçelim artık değilmi?

Frank Morris (Client Eastwood) birkaç hapishaneden kaçmış bir mahkumdur. O zamana kadar kimsenin kaçamadığı dış dünya ile ilişkilerin kesildiği bir hapishane olan Alcatraz'a gönderilir. Frank çok zeki bir insan olmasının yanında birçok yeteneğede sahiptir. Gönderilmesinden kısa bir süre sonra diğer hapishaneden arkadaşları olan Anglin kardeşlerde Alcatraz'a gönderilir. Frank Bir yıla yakın süre kaldığı hapishanede ortamı keşfeder. Koğuşlarda bulunan ufak bir ızgaranın arkasından çatı katına çıkıldığını öğrenir. Tek sorun bu deliği büyütüp , günde 12 defa sayım yapılan hapishaneden, kimseye sezdirmeden bu denizin ortasındaki kayadan kaçmak.


Frank Lee Morris - Alcatraz Inmate # 1441




John William Anglin - Alcatraz Inmate # 1476



Clarence Anglin - Alcatraz Inmate #1485

Kahrolsun Tekel




Rakı kuru ve yaş üzüm ispirtosunun anason tohumları ile ikinci bir damıtılmadan sonra elde edilir.
Yıllandırma iki ila altı ay arasında meşe fıçılar içinde yapılır. Litre başına en fazla beş gram şeker katılabilir.
Halk arsında rakıya aslan sütü denilmesinin nedeni eski Osmanlı meyhanelerinde rakının aslan kabartmalı kaplarda sunulması ve renginin sütle aynı renkte olmasıdır. Ve bu inaşının sonucunda insalar rakının içildiği zaman insana cesaret vereceğine inanır. Halbuki tüm alkollü içkiler gibi rakı da insanın kaslarını ve sinirlerini gevşetir.

Milli içkimiz rakının ilk defa kitabı yazıldı. Meğer eskiden "Aliyülala Gazi
Ayıntap Rakısı"ndan, "Üzüm Kızı Rakısı"na kadar ne rakılar varmış!
Etiketlerinin arasında gezinirken, keyiften içmeden sarhoş oldum.
Hem Türk olacaksın, hem rakıyı severek içeceksin, hem yıllardır içki yazıları
yazacaksın, hem de rakıdan tek kelime bile söz etmeyeceksin... Böyle şey
olur mu? Oldu vallahi...
Yıllardır Martinik romlarından, Normandiya calvadoslarına kadar bir dolu içkiyle ilgili yazılar yazdığım halde, bir kez bile rakı yazısı yazmaya elim varmadı. Hem olur olmadık birçok kişi bu konuda kalem oynatmamıştı, hem rakıyla ilgili bilinmedik bir şeyler yazmak pek mümkün değildi, hem de ben böyle bir yazıyı yazma hakkını kendimde görecek kadar "rakıcı" değildim. Ama, sonra... Sonra rakıyla ilgili enfes bir kitap çıktı, içinde milli içkimizle ilgili hiç bilmediğimiz bir sürü bilgi ve tarihi malzeme vardı. Hatta asırlık rakı etiketleri bile bulunuyordu. Kitabı değerli üstadım, Dünya Barmenler Birliği üyesi ve Türk barmenlerinin duayeni Vefa Zat yazmıstı. Yıllardır bu kitapla ilgili iğneyle kuyu
kazar gibi araştırmalar yaptığına tanık olmam, benim için kitabın değerini daha da arttırıyordu. Ve işte artık rakıyla ilgili, daha doğrusu ilk kez yazılan rakının kitabıyla ilgili bir yazı yazabilirdim... Vefa Ağabey, iletişim Yayınlan'nın "Ehlikeyfin kitapları"' dizisinden çıkan Adabıyla Rakı ve Çilingir Sofrası kitabında, önce rakının tanımını veriyor; "Kuru üzüm alkolü bakır imbiklerde anason tohumuyla ikinci kez damıtılır, litresine en fazla 10 gram şeker konur, kaliteli suyla karıştırılır ve dinlendirildikten sonra şişelenir."
Rakı, ansiklopedik tanımıyla bu. Ama, görünüşte bu kadar basit olan rakı bir amanlar inanılmaz derecede çeşitliymiş. Evliya Çelebi Seyahatnamesine göre rakı ürericilerine "Arakçıyan esnafı" denirmiş ve bunlar da muzlu rakı, hardaliye rakı, nar rakısı, anlamına gelen "Arak" sözünden türediği. Araki, terleten anlaımına geliyor. Rakı da, Arakiden türemiş bu görüşe göre. Bazıları da iri, uzun taneli
ve kalın kabuklu "Razaki" üzümünden yapılan anasonlu rakının razakiden dolayı zamanla raki, sonra da rakı diye adlandırıldığını ileri sürüyorlar. Gerçekten de eskiden razaki üzümünden nefis rakılar yapılırmış. Rakının ilk kez Irak'ta yapılıp buradan komşu ülkelere yayıldığı, bu yüzden de Irak kökenli anlamına gelen "Iraki" sözcüğüyle anıldığını düşünenler de var. Bir başka senaryo da, rakı kelimesinin kısrak sütünden yapılan kımızdan damıtılan kımız rakısı "Arika"dan türediği. Vefa Zat, tüm bunları sıraladıktan sonra, "Bence rakının araktan kaynaklanmış olma ihtimali daha mantıklı," diyor. Kaynağı ne olursa olsun, adı nereden gelirse gelsin, rakı Türkiye'nin içkisi. Osmanlı döneminde bile en sevilen içki. Tarihi bilgiler de bunu doğruluyor. Mesela I880'lerde Sarıcazade Ragıp Paşa'nın Tekirdağ yolu üzerindeki Umurca Çiftliği'nde yapılan Umurca rakısı, çok ünlüymüş. Bu rakının yanı sıra, Erdek rakısı ve Deniz Kızı da pek beğenilirmiş. Abdülhak Şinasi Hisar'ın Boğaziçi Mehtapları kitabında yazdığına bakılırsa, boğazda çilingir sofralı
kayık sefaları yapılır, kayıkta sazlar çalınır, taze balıklar, siyah ve sarı havyar, Gelibolu sardalyası, Tirilye zeytini, balık yumurtası, türlü peynirler ve meyveler bu rakılara meze edilirmiş... Sonra Bomonti rakısı bu rakılara rakip çıkmış İzmir'deki bir fabrika Bomonti rakısı ve Alem rakısı adlı iki ürün çıkarmış. Bunlardan iyi dinlendirilmiş Bomonti, epey tutulmuş. Ardından, Kadıköy Söğütlüçeşme'de imalathanesi bulunan Constantin Georgiadis'in yaptığı Elif ve A rakıları piyasaya sürülmüş. Galata'da yapılan Baküs rakısı da bu kervana katılmış. Hanım, Keyif, Ruh, Jale, Dimitrokopulo, Efe, Bahçe, Üzüm kızı ve Memur da dönemin diğer rakı isimleriymiş... Kitapta I935 yılının Ayda bir dergisinden bir de ilan yer alıyor. Aynen şöyle: "Mideyi bozmaz! Başı ağrıtmaz! Susatmaz! Halis üzümden çekilmiş ve uzun müddet dinlendirilmiş, rakıların en iyisi Bilecik Rakısi'dır." Aynı rakı, Cumhuriyet Almanağı'na da şu ilanı vermiş: "Medhüsenasına lüzum göstermeyen, fevkalade Bilecik rakısı..." Bahçe rakısı ve Olgun rakı ise 1930'ların diğer rakıları. '40'larda bunlara Galata'da yapılan Çamlıca, Dem ve Fertek rakıları eklenmiş. Peki bu rakılara ne mi olmuş? İşte orası çok hazin... Adları bile insanı çakırkeyf etmeye yeten bu rakılar, 1944'ten sonra ortalıktan kayboluvermiş... Çünkü 1944'te, rakı üretme ve satma hakkını sadece Tekel Genel Müdürlü-ğü'ne veren kanun çıkmış.Devletin demir eli, bu renkli sektörün üstüne bir kabus gibi çöküp herşeyi tuzla buz etmiş. Tekel'den önce sadece 1938 yılında 48 tane rakı üreticisi varmış. Büyük şehirlerin yanı sıra Eskişehir, Balıkesir, Edirne, Kastamonu, Muğla, Antalya, Çanakkale, Erzurum, Giresun, Kocaeli, Konya, Samsun ve Trabzon gibi illerde de harıl harıl rakı damıtılıyormuş. Bazı imalatçılar değişik kalitelerde iki-üç rakı yaptıklarından, o yıllarda piyasada yüz civarında marka bulunduğu tahmin ediliyor.
Gerçi bu devletleştirme, rakıcıların devletten yedikleri ilk tokat olmamış. Geri kafalı siyasetçiler 1920'de kanunla her türlü içkinin yapılmasını, satılmasını ve içilmesini yasaklamışlar. Rakı üretenler batmış, onların yerine kaçak rakı imalatı yaygınlaşmış. Üzüm evlerde kıyma makinelerinde kıyıldıktan sonra, çamaşır leğenlerinde mayalandırılıyor, gaz tenekelerinden yapılan imbiklerde de damıtılıyormus. Tabii bu rakılar berbatmış. Vefa Ağabey'in Hüseyin Rahmi Gürpınar'ın Meyhanede Kadınlar kitabından aktardığına göre, bir gün sarhoşun biri kötü rakıdan içerken şöyle isyan etmiş: "Getir ulan... Anasını sattığımın dünyası... Polis mi gelecek? Jandarma mı? Birkaç tek ikramla gönüllerini alırım. Tenezzül edip istanbul Valisi burayı şereflendirseler bir iki toka ile işi geçiştiririm. Her zaman ziyafetlerde şampanya içilmez ya... Yasaktan sonra rakılar ne hale geldi. Tatsın da
anlasın. Görevlidir." Neyse ki bu saçmasapan yasa akşamcıları 6 yıl inlettikten sonra kalkmış. Rakıcılar da kaliteli rakıya susamış tiryakilerin açlığı sayesinde eski günlerine dönüvermişler. Ama bu kez de '44'te devletçilik fırtınası bu güzel rakıları tarihe gömmüş.O zamanki adı "İnhisarlar idaresi" olan Tekel, değişik fabrikalarda ürettiği rakılarını farklı isimlerle piyasaya sürmüş. "Aliyülala Gazi Ayıntap Rakısı", "Halis soma ve anasondan mamul Ala Boğaziçi Rakısı", "Hususi fevkalade rakı", "Hususi ala rakı", "Nazilli rakısı", "Aydın rakısı", "Yalova rakısı". "Filurya rakısı" ve "İyi rakı" bunlardan bazılarıyrmş...
Aradan 50 yıl geçtikten sonraki durumu ise hepimiz biliyor, yaşıyoruz. Rakı üretimi hala devletin tekelinde. Üstelik, dünyada alkolizmle savaşan bir-iki İskandinav ülkesi dışında içki üretiminde devlet tekeli hiçbir ülkede kalmamışken bu böyle... Devlet rakı talebini karşılayamıyor, aldığı üzümü rakıya yetiştiremiyor, berbat pancar küspesi alkolünü rakılara katıp üzümden gelen o güzelim tadın içine
ediyor. Bazen de anasonu az aldığından rakıya az koyuyor, rakı diye tatsız tutsuz bir alkol yapıyor bu defa. Üstelik rakıların içenin gönlünü okşayan bir özelliği de yok. Kulüp rakısının o nefis etiketini saymazsak, diğerleri hiçbir özelliği, otantikliği olmayan, sıradan etiketler, sıradan şişeler ve sıradan isimlerle pazarlanıyor. Vefa Ağabey'in kitabındaki o güzelim etiketlere baktıkça, rakıların isimlerini okudukça ve devletin üç çeşit rakısına mahkum olduğumuzu hatırlayınca, insanın isyan edesi geliyor:

"Ey devlet, çık artık Şişemizin, kadehimizin içinden!"

Mehmet YALÇIN
Esquire / Ekim-1994

Tiyatro - Deri Ceket




Oyunun konusu gerçekten çok güzel. Özellikle gelişmekte olan ülkelerde veya gelişmemiş ülkeler için ayna görevi üstleniyor desek abartmış olmayız. Sizde muhakkak yaşamışnızıdır ki devlet dairelerinde bir evrak alabilmek , derdinizi anlatabilmek için çok sayıda departman ve insanla konuşmak zorunda kalmışsınızdır. Ya sonu hüsran olmuş ya da artık pes etmişsinizdir. Oyunumuzun konusuda tam bu anlattıklarıma uygun.
Oyunun konusuna gelecek olursak eğer kahramanımız idealist bir öğretim görevlisi , dilbilimci. Giydiği deri ceketin kürkün dolayı artık dalga geçilmekten sıkılmıştır. Çocukluk arkadaşları köyün birinde koyun kırpma mevisiminin başladığını ve belli bir miktar parayla bunu yaptırabileceğini söylemesi ile olaylar başlıyor. Kahramanımız köye giderek belli bir miktar rüşvet vermek suretiyle özel koyun ismi ile işini gördürür. Ama herşey bu kadar basit değildir. Çünkü kısa bir zaman sonra devlet kahramınımıza koyunun vergisini ödemediği gerekçesiyle ihbarname gönderir. Bu sahneden sonra ise artık kahramanımız ve arkadaşları durumu düzeltebilmek için ızdırap dolu yolculuğa çıkarlar.

Konun başında yazdıklarıma ek olarak bürokrasi içerisinde yozlaşmayada iyi bir şekilde değinilmiş. Aslında bu bize hiç yabancı değil ya.
Oyun içerisinde ki sahnenin hareketli olması izleyicileri farklı yerlerdeymiş gibi hissetirmesi açısından da başarılı.
Genel olarak oyuncu , oyun ve sahne performansı olarak oyun kesinlikle izlenmeli


Yazan : STANISLAV STRATIEV
Yöneten : ARIF AKKAYA
Yardımcı Yönetmen : CAN ERTUĞRUL, YİĞİT SERTDEMİR, GÜNEŞ DOĞAN
Çeviren : ÖZDEMİR İNCE
Oynayanlar : CAN ERTUĞRUL , CENGIZ TANGÖR , ERTUĞRUL POSTOĞLU , GÜNEŞ HAN , HIKMET KÖRMÜKÇÜ , MELAHAT ABBASOVA , NEVZAT ÇANKARA , SELÇUK YÜKSEL , YELİZ GERÇEK , YIĞIT SERTDEMIR
Sahne Tasarımı : GAMZE KUŞ
Kostüm Tasarımı : NİHAL KAPLANGI
Işık Tasarımı : F.KEMAL YİĞİTCAN
Yönetmen Yardımcısı : SELİN İŞCAN, SELİMCAN YALÇIN

Unutuldukmu sandınız

BEŞİKTAŞ : 26 HC Buducnost Podgoric :23

Salona ulaştığımda oturacak yeri bırakın ayakta durcak yer yoktu. Hınca hınç salonu kartallar doldurmuştu. Bunun karşılığınıda oyuncular fazlasıyla verdi. İlk maçı 2 sayı farkla kaybetmiştik. Hesapları averaja bırakmamak için üç farklı bir galibiyeti ihtiyacımız vardı.
Oyuna kötü başladık. İlk dakikalarda 5-0 lık gibi bir fark yemememize rağmen sahadaki kartallar yılmadılar. İlk yarı rakibin üstünlüğü ile 13-12 sona erdi. Ama ikinci yarı oyuncularımız inanılmaz bir dönüş yaptılar. Oyuncular coştukça taraftar coştu , taraftar coştukça oyuncularımız iyice coştu. Zor bir müsabakayı 26-23 gibi bir skor ile kazanarak Challenge Kupası'nda yarı finale yükseldik. Oyuncusundan teknik heyetine , yöneticilerine ve inanılmaz destek veren 12. adamına teşekkürler.

Yüreğinize ve bileğinize sağlık...









Emniyet mi?

Polis mi? Allah düşmanımın karşısına çıkartmasın.Size canını emanet edenin aklına şaşarım.
Faşist devletin faşist polisi.

Dertören için ise söylenecek tek söz yok. Senden başkan yanındaki çanakçılarından da yönetici olursa bu taraftar , jop da yer, biber gazıda.


DEMİRÖREN İSTİFA

deepnote: Olayları 10 dk. ile kaçırmışız. Aksi taktirde bizde nasibimizi alacaktık. Ama şunuda söylemek gerekir, daha YTÜ ordayken bir polisin yol kapatma bahanesiyle taraftarın birini yumrukladığına tanık oldum. Tabiki bu kadar ileriye gideceklerini tahmin edemezdim.




BeşiktAŞK'a davet








Yakarız bu gezegeni ,yakarız ulan.

Nato'ya hayır

Bugün Sol platformların düzenlediği “Nato'ya Hayır” yürüyüşü vardı. Bu yürüyüşe bir çok grub isim olarak katılmasına rağmen çok fazla katılımcı yoktu. Özellikle Obama'nın Türkiye'ye gelişi öncesinde böyle bir gösterinin yapılmasıda anlamlıydı. Düzenlenen bu yürüyüşte tek teselli -biz maç için ayrılana kadar- herhangi bir tatsızlık yaşanmamasıydı.








Aç Kanatlarını



Forza'da geçen hafta açılan bir başlıkta şunlar yazılıydı;

Değerli KARTAL yürekli dostlarım bildiğiniz üzere sizin göndermiş olduğunuz malzemeler ile Van ilinde birçok köylüye ve öğrenciye yardımlarda bulunduk.

Daha önce, kampanyamızı Van ilinde tamamladığımızı ve Nisan ayından itibaren de Mardin için çalışmalara başlayacağımızı ifade etmiştik.

Ancak; yardım kampanyalarımızı öğrenen Siirt'in Pervari ilçesine bağlı Ayvalıbağ köyünde öğretmenlik yapan Seda KARTAL(BOL) Forza dan bana özel mesaj atarak çocukları (öğrencileri) için yardım talebinde bulundu.


Daha öncedende bu tür bir kampanya düzenlenip , Van'da bir köye yardımda bulunulmuşdu. Çok istememe rağmen o zamanlarda elimden birşey gelmemişti.Tekrar böyle bir kampanya yapıldığını duyduğumda "hadi şekerli yürü bakalım" dedim ve karşıya(avrupa yakası) alışverişe koştum.
Malumunuz kriz var. Çok daha fazla şeyler yapmak istememize rağmen kendi bütçemizide düşünmek zorundayız. Herneyse , geçen haftasonu alışverişi yapar pazarteside gönderirim derken Eminönü'de ki Ptt kargonun açık olduğunu gördüm. Şansa bak diyerekten alışverişimi bitirip kargoya paketi verdim. Geçen günde kargonun Seda BOL hanımefendiye ulaştığı haberini aldım. Bundan daha mutlu bir haber ne olabilir ki?

Hani cehennemi garantilesek de ben pek fazla sıcağı sevmem , bu sayede belkide biraz daha serin bir yerde cezamı çekerim. :)


Hadi kartallar açın kanatlarınızı, çocuklarımız donuyor.

Seda BOL
Ayvalıbağ İlköğretim Okulu/Pervari İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü/Pervari/SİİRT yazmanız yeterli...

1. defter
2. kalem
3. kalemtraş, silgi
4.hikaye kitapları (İlkokul çocukları için)
5. ayakkabı
6. çorap
7. kışlık kıyafetler.

Müzelendim # 2 - Yerebatan

Müze kartımızı alalı çok olmasına rağmen kışın etkisi ile pek fazla müzelere gidememiştim. İşte aşağı yazımda bahsi geçen gün müzeyede gitmek istedim. Sultanahmet'e gitmişken en iyi seçeneklerden biride Yerebatan Sarnıcı. Şöyle bir not düşmekte yarar var, müze kartı geçmiyor. Giriş ücreti yerli turist için 3 Tl ,yabancı turist için ise 10 Tl. "Bak bak yabancıları kazıklıyorlar" demeyin. O kadar da fiyat farkı olsun aga. :) Gidip , görün.













İstanbul'u dinliyorum # 1

Geçen hafta sonunda havayı güzel görünce sbahtan kendimi sokaklara attım. Malum kışdan sonra şöyle güzel havaları gözler olduk. İstanbul ahalisi sokaklardaydı. Balık avlayanı, ailesi ile olanı , sevgilisyle kolakola gezeni birde unutmadan sapıkları. Malum Sultanahmet olunca ortam ,turistde oluyor.Böyle olunca sapığıda eksik olmuyor. :)
Güzel İstanbul'un güzel görüntüleri ile buyurun yolculuğa...