Çelebi misali


Çelebi misali yine düştük yollara... Bu sefer ki istikamet Karaburun. Yol uzun, meşakatli, hava yine bozuk. Meteroloji ne kadarda hava açık, sıcak demiş olsa da karadeniz sahilinin bu yorumu pek önemsemediğini daha sonraları anlıyoruz. Yolculuk Üsküdar'da başlıyor Edirnekapı-Rami-Karaburun güzergahı derken üç saati aşkın bir süre devam ediyor. Uzun yolculukların yorucu olmasından dolayı hep bana zor gelmiştir. Ne yaparsın ki yeni yer görme, fotoğraf çekme sevdası ağır basıyor. Uzun yolculuğun devamında Karaburun tabelası gözükmesiyle “oh sonunda geldik” diyoruz, içimizde bir rahatlama, midemizde bir gurultu. Sahil kesiminde yol çalışması, geçen sene yapılan yollar çökmüş. Çöken yolları yapan yine aynı mütahit. Bu bilgiyi ise bize veren tesadüf eseri gördüğümüz abilerimizden birisinin babası. Eşi vefat ettikten sonra yerleşmiş buralara, tek başına, yetiyor kendine. Biraz bacakları ağırıyor ama eski toprak hâlâ dimdik. İniyoruz otobüsten, alabildiğince kumsal. Kulağa gelen dalga, martı sesleri dışında etraf sessiz, boş... Mideden gelen gurultu şiddetini dahada arttırıyor. Bakınıyoruz... Aha yokuş aşağı gelen bir adam, durduruyoruz.

- “Hocam kahvaltı yapılacak bir yer var mı? Otel motel gibi bir şey.”
- Biraz düşünmeden sonra
- “Bir iki kilometre ötede otel motel var, ama uzak. Buralarda da yok.”
- “Eyvallah!”

Sahil kesiminden umudumuzu keserek istikameti adamın geldiği yola çeviriyoruz. Beş metre bilemedim on metre ötede dev gibi bir tabela, bilmem ne moteli. Adam yaşadığı yerden habersiz. Kahvaltı 20 TL. Ne gerek var? Yola devam... Yokuş bitiyor, bir fırın yanında kırathane. İki simit, iki poğaça. Bakkaldan gazete, kırathanede demli çay. Tam bize göre. Kırathaneye yollanıyoruz, kamyonun üstünde bir adam. Bağırıyor:

- “açız aç, çekin.”
- “Bizde açız.”
- “Gazeteci misiniz?”
- “Yok be hocam!”

Yüzlerde tebessüm! Zaten bizide akıllı adam bulmaz ki. Kendimizce bir kahvaltı yapıp tekrar yola düşüyoruz. Nereye gidelim? Yol nereye giderse, kısmet. Kısa bir mesafe yürüyüşten sonra dayıya denk geliyoruz. O da biz de tanıdık bir yüzü görmenin heyecanıyla seviniyoruz. Dayı camiye gidiyormuş, biraz ayaküstü sohbet ettikten sonra ayrılıyoruz. Dayı evine davet etmeyi de unutmuyor. Türk insanı!

Sahil alabildiğince uzun, dalga kıranlar, balıkçı tekneleri, sarp kayalıklar. Denizin ucu bucağı gözükmüyor. Hele bir de Karaburnu yüksekten izlemek ayrı bir zevk, birde hava güzel olsa! Karaburnu'nun en yüksek yerinde bir fener, yakınlarında askeri bir karakol. Bu ülkede nedense hep askeriye en güzel yerleri parsellemiş. Zaten ya zengine yar olur böyle yerler ya da askere. Öğlen saatleri tekneler balıkçılar ile dolu. Sahil de martılar gruplar halinde, bir köşede yalnız bir balıkçı. El yordamıyla tekneyi onarıyor, usta olduğu her halinden belli. Bu görüntüler dostumun objektifine takılıyor, tabiki bir de ben. Bir orası bir burası derken verdiğimiz sözü tutmak, birazda nefes almak için dayının evine yollanıyoruz ama bulmak gerek, sormak gerek. Biraz aramadan sonra dayıyı kapının önünde bizi beklerken buluyoruz. Hoş bir karşılama, çayı demlemiş, sohbet etmek için sabırsızlanıyor.

Artık kalkma vakti. Çayımızı içmiş, dinlenmiş, sohbetimizi yapmış olarak el öpüp veda ediyoruz dayıya. Saol dayı! Otobüsten indiğimizde bizim gibi zevkini düşkün adamların gözüne ilk çarpan sahilde ki restuarant. Denize sıfır, dışarıya atılmış masalar, envai balık çeşidi bir de alkol. Meze ile donatıyoruz masayı birde yirmilik rakı. Fazla içmemek gerek, insanlar rahatsız olmasın. Son otobüs 17:30, kaçırmayalım. Kaçarsa dayıya misafir olmaktan başka çare yok. Bu yürüyüşün acısı yarın çıkacak, 2-3 günde geçmeyecek ama buna değerdi.

2 yorum:

yürü güneşe dedi ki...

fonda türk sanat musikisi aga, olmazsa olmaz:)

Şekerli dedi ki...

Rakı masasının olmazsa olmazı. Nasıl unutmuşum böyle bir detayı? Haklısın, fonda çalan en güzelinden bir de Türk sanat müziği vardı. İnsan oturdumu kalkası gelmiyor. :)