Sapanca hatırası...


Uzun zamandır istediğim birşeydi haftasonları İstanbul'un keşmekeşliğinden kaçmak, şehir dışında farklı yerlere gitmek. Belkide bu isteğimin altında yatan neden dede tabiri edilen yaşlara geldiğimde herşeyi arkada bırakıp bir sahilde ufak bir evde insanlardan uzak, doğayla, kitapların arasında yaşamak istemem. Elimde olsa bugün yaparım, ama insanı bu koskoca şehre bağlayan o kadar çok şey var ki! Gitmemi engelleyen, “dur, nereye?” diyen. Bu düşüncelerin arasında sevgili dostumun “hadi Sapanca yapalım” teklifinin üzerine düşünmeden -dünden razı olan ben- atlayıverdim. Amacımız sadece dolaşmak olduğunu sanmıyorum, dostum yeni fotoğraf makinasınıda denemek istemeside buna etken olabilir. Geçmiş zaman bende böyle bir şey istemiştim, araştırmıştım. Daha sonra fiyatları tuzlu gelince hayallerimi belli bir süre ertelemek zorunda kaldım. Bu gezi sayesinde ne yalan söyleyim dostumun fotoğraf makinasından birkaç kare fotoğraf çekme isteği bende bir heyecan uyandırdı. Böyle olunca azda olsa bu teklifi kabul etmem için başka bir neden oluştu. Böyle seyahatleri normal insanlar yaz aylarında yaparlar ki doğru olanda sanırım budur. Ama dedim ya normal insanlar, ben hiçbir zaman normal olduğumu idda etmedim, zaten değilimde. Öyle olunca kapalı, çiseleyen bir havada Haydarpaşa garından yola çıktık. Tren ile yolculuğu yapmayalı uzun zaman olmuştu, bu tür seyahatlerin ne kadar eğlenceli olduğunu unutmuşum. -Tren yolculuğu başkadır, benim için ise ayrı bir zevktir- Yaklaşık 2,5 saatlik rahat bir yolculukdan sonra internette güllük gülüstanlık resimlerine inat yağmurlu olmasada bol rüzgarlı, kasvetli bir hava ile karşıladı Sapanca bizi. - Eeee bizim gibi hesapsız adamların yapacağı işte bu kadar olur- Günlerden pazar, hava soğuk, sabahın ilk saatleri, sokaklar bomboş, iki sap yanyana, birinin boynunda fotoğraf makinası, sırtında çanta, üzerinde Deniz Gezmiş vari bir kaban. Diğerinin kulağında küpe, üzerinde bir palto. Kim olsa bu iki sapın yabancı olduklarını anlar, yani o kadar!

Resim; Sevgili dostuma ait... Girişteki resim ise bana...

Ağır adımlarla başladık yürümeye... İnsanoğlu bukelemun gibi hemen ortama ayak uydurabiliyor. Kendimden biliyorum. Birşeyler çekmeye çalışırken halimi görseniz sanırsınız ki yıllarını bu işe vermiş, tam bir profesyonel. -Saol kardeşim izin verdiğin için – Görenlerde öyle düşünmüştür sanırım, ama aceminin bayrak tutanıyız. Bir o, bir bu derken saatler ilerledikçe bizimde rengimiz değişmeye başladı. Eeee o kadar rüzgar yersen sadece rengin değişmez vücutta farklı değişikliklerde olmaya başlar. Baktık olmayacak biraz dinlemek, biraz da tavla hevesimizi gidermek için attık kendimizi bir kahveye.

Biz – Dayı, iki çay bir de tavla...
(Bastıra bastıra)
Dayı – Burada oyun olmaz!
Biz – İyi o zaman bize iki çay...

Sapanca muhafazakar bir yer, belki hatırlarsınız şort giyen kürekçileri pataklamışlardı. Ayağı denk almakta yarar var. :) Şimdi muhafazakar diyip bu örnekleri verince gözünüz korkmasın yahu! Göl kenarında içkili mekanlar mevcut. O kadar yolu geldikden sonra gölün kenarında bi rakı balık yapmadan İstanbul'a dönüş yapılır mı? Yapılmaz... Bizde yapmadık. Ama şunu not düşelim; Kadıköy'de bayılana kadar yiyip, içeceğim parayı burada yarım balığa vermek birazcık koydu. Türk esnafı biraz yabancı gördümü affetmiyor, geçiriyor.
Ve sonunda artık çekecek bir şey kalmadığına kendimizi inandırıp, biraz tebessüm, bol yorgun olarak yollandık istasyona.

Deepnote: Resimler on numera kardeşim...
Unutmadan tavla oynamadan dönmedik, sonucu sormayın :)

Hiç yorum yok: