Bir yol hikayesi: Şeb-i Arus

Haftasonları İstanbul'un keşmekeşliğinden, trafiğinden, monotonluğundan kurtulmak için maddi durumumuz elverdiği sürece farklı yerelere kaçmaya çalışıyoruz. Yine böyle bir düşüncenin belirdiği bayram öncesinde nereye gitsem planları yaparken öneriler sonucunda Abant-Yedigöller'e karar kıldım ve başladım tur firmalarını aramaya. Malum bu işi yapan firmalar belli bir yolcu sayısına ulaşmadan turu başlatmıyorlar. Bizde bayram öncesine denk gelince ister istemez planlarımız yattı. Dedik ki; “bayram sonrası gideriz”. Bizim dememizle olsa keşke. Bu seferde bayramdan döndü insanlar, parasız kaldı. Bizimde yine elimiz boş kaldı. Ama yılmak yok! Tam bu sıralarda Şeb-i Arus'a (Hz.Mevlâna'nın 737. Vuslat Yıl dönümü) denk geldim. Son 3-5 aydır burada da yazmış olduğum Mevlana-Şems-Mevlevilik gibi konular gözünüze çarpmıştır. Şuanda bile Şems'in sözlerine içeren çevresidekiler tarafından kaleme alınmış olan Makalat'ı okumaya devam ediyorum. Herneyse, biraz mesafe uzak olsada içimizdeki maceracı ruh ortaya çıktı ve dedi ki;”işte olum tam senlik, yürü be!” Bizde gaza geldik, başladık tur firmalarını aramaya ama bizdeki bahtsızlık bedevide yok. O kadar ki ismi lazım olmayan bir firmayı aradım;

- Şeb-i Aruz turunda yer var mı?
- Var. (Yemin et)
- Rezervasyon yapırabilir miyim?
- Hayır ama acentamızdan alabilirsiniz.

Olur, acentayı aradım. Dediler ki;
(Bu konuşmadan sonra arkadaşlara hava atıyorum)
- Bilgiyi nereden aldınız?
- Merkezinizden
- Yer ayırmadan önce merkezden bizde teyit alalım, siz telefonunuz bırakın sizi arayacağız.

Aradılarda, yer yokmuş. Merkezi geri aradım, az önce “var dediniz” dedim. “Bitmiş” dediler. Bunları yaşarken stajyerim kafa buluyor benimle, “abi gitme, başına birşey gelecek”. Asıl burada kalırsam başıma birşey gelecek. Tam çıldırmak üzereyken arkadaş imdadıma koştu. Sonunda yerimi ayırttım.
Cuma günü gecesi 23:00'de yola çıktık. Yanımdaki koltuk boş olunca yayıla yayıla Konya'ya uyuyarak gittim. Giderken heryer kar, bembeyaz Konya ise sadece soğuk. 9-10 saat civarında süren yolcluk sonunda sabah saatlerinde vardık. İlk durak Mevlana Müzesi, işte bunlarda fotoğrafları.

Nasıl? Bu müzede herşey Mevlana'ya ait değil tabi içeride Selçuklu'dan Osmanlı'dan kalma Kuran ve farklı el yazmalarının yanısıra önemli kişilerin kabirleride var. Buram buram tarih kokan ilahi bir ortam. Sadece burası için söylemek haksızlık olur. Konya'da bu tür tarihi mekanlar oldukça fazla. Bu arada aşağıda ki fotoğrafda bulunan çeşmeden bahsedeyim biraz, rehber arkadaşın bu çeşme için verdiği bilgiler bana hem ilginç hemde anlamlı gelmişti. Bakalım sizde de aynı tesiri gösterecek mi? Bu çeşmenin üzerinde gördüğünüz tas mı desem ne desem bilmiyorum o birinci yapı insanın hayata gelişini, ikinci sıradaki ikilinin eşim ve ben demek olduğu sonrasında aileye çocuğun katıldığını sonra tekrar eş ile beraber kalındığını ve sonunda gelindiği gibi gidildiğini ima ediyormuş.
Burayı gezdikten sonra bize gösterilen diğer yerler arasında İnce Minâreli Medrese, Karatay Medresesi, Alaaddin Keykubat Camii ve benim için diğerlerinden daha önemli olan Şemsi Tebrizî Mescidi ve Türbesi var. Nedendir bilmem ama Mevlana mı Şems mi diye sorsalar Şems derim. O kadar ilginç geliyor yani. Ve cumartesinin finali, yani amacımız olan Sema törenleri. İnsan bu kadar yorgun olunca ister istemez bazen kendinden geçebiliyor. Neden böyle söylediğimi az sonra anlatacağım.
Bu tören için rehberimiz saat 14:00'de başlıyor, başladıktan bir dakika sonra dahi gitseniz içeri almıyorlar gibi bir masal anlattı, hani çocuklara yaramazlık yapmasınlar diye anlattıkları öcü masalları vardır ya işte onlardan. Yok öyle birşey... Tur otobüsüyle Mevlana Kültür Merkezi'ne ulaştık, biletlerimiz dağıtıldı ve binaya giriş yaptık. İçeride sergilenen bir takım eserlere, ürünlere göz gezdirdikten sonra sema törenin yapılacağı salona girdik. Gerçekten büyük bir salon. Salonun ortasında sema törenin yapılacağı alan, çevresi izleyiciler için koltuklar ile çevrilmiş. Gayet güzel. Tören Ahmet Özhan'ın seslendirdiği tasavvuf eserlerinden sonra Semazenlerle devam etti ama oraya geçmeden beni rahatsız eden bir konudan bahsetmek istiyorum. Törenin başlamasına yakın salonda görevli arkadaşlar gelip neredeyse teke tek insanlara flaşlı ve ses çıkaran cihazlar kullanılmaması yönünde ikazda bulundu. Bununla kalınmadı toreni sunan hanımefendi ve beyefendi bu ikazı mikrofondan yaptı. Söylenen şu; sema gösteri başladığından 5 dk. sonra flaşlı fotoğraf çekilmemesi, ses çıkaran cihazlar kullanılmaması ve alkışlanmaması rica olunur, ricanın ötesinde yapmayın. Kesin bir cümle değil mi? Tahmin edeceğiniz üzere bazı görgüsüzler, saygısızlar bu lafları görmemezlikten geldi. Dışından baksanız modern sanırsınız ama altın semer olayı işte. Sizin gibilere Nasrettin Hoca ters binsin hemi!
Ne demiştik, evet Ahmet Özhan'ın verdiği ufak bir konser, Tuğrul İnançer'ın Mevlana hakkında konuşması ve sonrasında sema törenine geçiş. Gerçekten insanı mest eden bir müzik, bir zikir. Böyle bir ortamın vermiş olduğu huzurun yanına birde günün yorgunluğu eklenince müziği gözleri kapalı dinlediğim sıralarda kafamın yana düşmesi kaçınılmaz oluyordu. Arka sıramda oturanlar için komik bir görüntü olsa gerek. Benim önümde birisi bu durumda olsa gülerim, yalan yok. Bu kadar yolculuğa, yorgunluğa böyle bir tören için değdi mi diye sorarsanız eğer “kesinlikle” derim. Sonuçta bir daha ne zaman gelirim bilmiyorum ama her insan bir kere yaşaması gereken bir olay olduğunu iyi biliyorum.
Salondan çıktık, kar başlamış. Otelden önce ufak bir alışveriş. Oteldeyiz, teve izlemek istiyorum ama yorgunluktan bitkin haldeyim. Kapattım teveyi sonunu hatırlamıyorum. Gün bitti, bende.

Pazar; sabah kahvaltısı ve yolculuk tekrar başlıyor. Bu sefer ki gezintimiz dünden daha kısa. Ateşbaz türbesi, Tavus Baba Türbesi ve Aya Eleni Kilisesi, tabi bu arada birde Konya'nın meşhur yemeklerinden tadmak için öğlen yemeği. Türbeler hakkında bilgi verelim biraz; rehber Tavus Baba için herhangi bir kaynakta bilgi yok dedi ama bilemiyorum. Ateşbaz için ise Mevlana'nın derganın aşçısı ve ateşe hükmeden bir zat olarak biliyorum kendisini. Türbesi Meram'da veya Meram bağları diye tabir edilen bölgede. Rehber Meram bağlarından bahsederken burasının ismi zamanında her evin bahçesinde olan bağlardan geldiğini söyledi. Bugün ise kodamanların oturduğu zengin mekanı. Heryer villa, villavari evlerle dolu. Bağ mağda yalan olmuş. Gelelim yemek olayına, etli ekmek yiyecem diyip durdum ama onun yerine yine ünlü bir yemeği olan iki bıçak arasını yedim. İnsanın şişiren cinsten bir yiyecek değil, tadı fena sayılmaz. “ulan gittiğinde yemeden gelme” tarzında abartılacak bir yiyecek olduğunuda söyleyemem.
Bana sorsalar “bu seyahatta gidilmesi gereken en güzel yer neresi?” diye “Sille” derim. Ufak biryer, şirin, iki dağ arasında, eski evleri var, kayların içleri oyularak yerşelim yerleri yapılmış, hatta “tek Türkiye” diye bir dizinin çekimleri burada yapılıyormuş. Birde Aya Eleni Kilisesi var, biz gittiğimizde restorasyondan dolayı sadece dışarıdan görme şansımız oldu. Dağların üstü karlarla doluydu. Güzel görünüyordu; tarih, doğa. Ve dönüş yolu, ama buraya kadar gelipde Nasreddin Hoca'ya uğramadan gidilmez dimi? Görevli arkadaşı evinden rica ederek çağırttırıp kapıları açtırdık, duamızı okuduk, fotoğrafımızı çektik ve yolumuza devam ettik. Keşke daha çok vaktimiz olsaydı da diğer yerleride görebilseydik. Artık başka kışa...

Heryer kardan dolayı kapalı. Gece 3, evdeyim. Sabah iş var...

Hiç yorum yok: